Üsküp’e, son on yılda kaç defa geldim hatırlamıyorum. Ama her gelişimde Üsküp’ün bir başka güzelliğini, gizemliğini görmekteyim. Şehri ikiye bölen Vardar Nehri sanki tarihten bir şeyler söylemek istercesine akıp gidiyor. Üsküp’te, ilk defa bayram namazı kılacağım. Çok heyecanlıyım. Yorgun olmama rağmen doğru dürüst uyumadım. Sabah namazını müteakip, değerli dostum aslen Resne’li ancak Üsküp’te yaşayan Mürteza Sulooaca bey otelden beni alıyor. Yeni Üsküp’ün sokaklarında, muhtemelen sabahlayan ve uyumaya giden üç beş genç dışında kimseler yok. Köprüden geçince Osmanlı hatırası olan Türk Çarşısına varıyorsunuz. Evler iki katlı. Sokaklar dar. Han, hamam, minareli camiler sanki Bursa ya da Ankara’nın Beypazarı, Üsküp…


Bayram namazını, bir Osmanlı eseri olan Mustafa Paşa camiinde kılacağız. Camii tepenin başında güzel ve yeşil bir bahçenin içinde. Tıpkı Anadolunun herhangi bir mahallesindeki camiler gibi. Mustafa Paşa camii TIKA tarafından onarılmış. Camiye yaklaştıkca bayram namazına yetişmek için yürüyen cemaatı görüyorsunuz. Gün yeni doğuyor. Üsküp’ün üstü biraz sisli. Kıbleden hafif sağa bakınca, karşıki dağların tepesinde bilmem kaç metre büyüklüğünde haç işaretini görüyorsunuz. Balkanlarda semboller önemli. Bu kadar büyük haç ile, bu ülkenin hıristiyan olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Ama onlara göre haç, kenti koruyor herhalde…


Tam tamına 523 yıl Osmanlı idaresinde kalan Üsküp’ün tepelerinden birinin üzerine inşa edilmiş Mustafa Paşa camii dolmuş, cemaat dışarı taşmış, avluda da hazırlıklar yapılmış bayram namazı için. Bayram namazı Makedonya devlet televizyonu tarafından naklen yayınlanıyor. Her halde üç dil konuşuldu. Türkçe dua da yapıldı. Büyük bir huşu içinde Üsküplü kardeşlerimizle Bayram namazını eda ettik. Kimseyi tanımadığımız halde bir çok kişiyle bayramlaştık. Cemaat yavaş yavaş dağıldı. Biz tepeden Yahya Kemal’in Üsküp’ünü biraz daha seyrettik. Minareleri gördük etrafa bakınca. “Firuze kubbelerle bizim şehrimizdi o; Yalnız bizimdi, çehre ve ruhuyla bizdi o” şiir aklımıza geliverdi Yahya Kemal’in. Ecdat bu şehre, camiler, hanlar, hamamlar, köprüler, medreseler, çeşmeler yaparak insanlığa hizmet etmiş. Ancak bu izlerin sinsice silinmeye çalışılmasına inat,
şehri siz hala bir Osmanlı şehri gibi tanımaya, hissetmeye devam ediyorsunuz…


Bayram namazından sonra, bayramlaşmak üzere Mürteza beyin evine geçiyoruz. Hazırlanan sofranın başına oturmadan ev halkıyla bayramlaşıyoruz. Hiç bir burukluk yok. Sanki, kırk yıllık Üsküplüyüz. Yemeğimizi yedikten sonra Kurbanların bir bölümünün kesildiği Radoviç’e gitmek üzere yollara koyuluyoruz. Radoviç Doğu Makedonya’da. Etraf köyler ve bölgenin fakir olduğunu öğreniyoruz. Sanki, Konya-Antalya arasında yolculuk yapıyor hissiyle iki saate varan bir yolculuktan sonra Radoviç’in kanaat önderlerinden Süleyman Hoca’nın çiftliğinde, tekbir seseleriyle kesilen Kurbanları görüyoruz. Hepsinin alınları kırmızı boya ile boyanmış, kurbanlıkların. Süleyman hoca, hayvana acı çektirmeyin, ölüme hazırlayın komutları veriyor kasaplara. İsimler tek tek okunuyor, vekaletler alınıyor ve Kurbanlar kesiliyor. Çiftlikten, Süleyman Hocanın evine geçiyoruz. Üç katlı bir ev. Giriş katı Süleyman Hocanın çalışma odası. Kitaplar, evraklar, dosyalar dolu masanın etrafı. Bir üst kat oturma salonu ve üçüncü kat misafirlare ayrılan odalardan oluşuyor. İkinci kata çıkınca Kurban etinin kokusu geliyor burnunuza. İlk kesilen kurbanların etleri ikram için pişiriliyor. Süleyman Hocanın evinde, Türkiye’den Kurban için gelmiş Yeni Osmanlılar Derneği eski başkanı Saffet hanım da var. Süleyman Hoca şen, şakrak. Hisli. Heyacanlı, girişken, yerinde duramayan birisi. Hocalık, önderlik babadan oğula geçen bir ünvan. Ama Süleyman Hoca, hakikaten önderliğin hakkını veriyor, her haliyle. Yaptığı mücadeleleri ve gerçekleştirdikleri hizmetleri anlatıyor. Etraf köylerdeki Türkler hakkında bilgi veriyor. Çektikleri çileleri anlatırken göz yaşlarını zaman zaman tutamıyor. Torun, Süleyman dedesinin gözüne bakıyor, hizmet için. Kurban etlerinden tadıyor ve Ali Koç köyüne doğru yol alıyoruz. Ali Koç köyü tam bir yörük köyü. Meydanda kızlar ve oğlanlar gruplar halinde Anadolu köylerinde olduğu gibi bayram geziyorlar. Oğlanlar aslında ileriden kızları tavlamaya çalışıyorlar, bayram vesilesiyle. Kızlar salınkaçta sallanırken, oğlanlar motosiklerle tur atıyorlar kızların etrafında. Kızlar yöresel elbiselerini giymişler
bayram dolayısiyle. Hepsiyle tek tek sohbet ediyoruz. Hepsi güzel Türkçe konuşuyorlar, bayramımızı kutluyorlar, utangaç halleriyle. Radoviç’e varılırda, Konya ziyaret edilmez mi? Onsekiz kilometre aşağıya doğru indiğimizde sizi bir meydan ve güzel bir cami karşılıyor. Burası Konyiçe, Konçe yani Konya. Yaklaşık beş yüz yıl önce Konya’dan, Karaman’dan göç eden Türkler, Konyalılar, etrafımızda hemen çoğalıveriyor. Güzel Türkçeleriyle, Konya’ca, Karaman’ca hepsi evlerine misafir olmamız için ısrar ediyorlar. Ama yolumuz uzun, akşam oluyor. Caminin önünde toplanan Konyalılarla bayramlaşıyor, camiye doya doya baktıktan sonra, tüm ısrarlara rağmen, bir sonraki ziyaretimizde Konya’ya gelmek sözü verdikten sonra, Üsküp’e hareket ediyoruz.


Akşam saatlerinde Üsküp’e geldiğimizde, yorgunluktan akşam yemeğine bile zaman bulamadan dinlenmeye çekiliyoruz…