Türkiye’de son on yılda seksenin üzerinde yeni üniversite açıldı. Bu sayı Cumhuriyetin kuruluşundan iki binli yıllara kadar açılan tüm üniversite sayısından daha fazla. Yeni Türkiye’nin inşa edildiği bu dönemde tıpkı ekonomi, dış politika, demokratikleşme, alt yapı hizmetleri ve sosyal politikalar alanlarında olduğu gibi eğitim alanında da köklü değişimler yaşanıyor. Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki en önemli farklardan biri yükseköğretimde fırsat eşitliği kapısının aralanması, yükselen Türkiye’nin bölgesel ve küresel rekabetini sürdürübilmesi için ihtiyaç duyulan kaliteli insan sermayesine yatırım yapılmasıdır.

Devletin yükseköğretim sektörüne yaptığı yatırım, üniversitelerden beklentileri yükselten yerinde ve doğru bir yatırımdır. Bugün gelinen noktada yükseköğretim sisteminin önünde yeni fırsatlar ve ihmal edidiği takdirde yapısal sorunları derinleştirebilecek risk alanları olduğunu söylemek mümkündür.

Üniversiteler demokratişmenin laboratuvarı olmalı

Türkiye’de özellikle 1980 darbesi sonrası kurulan YÖK sistemi ile yükseköğretim sisteminde merkezileşme ve tektipleşme yaşanmaış, demokratik, çoğulcu ve katılımcı bir üniversite yapısı yerine bütün kritik kararların tek merkezden alındığı bir kültür inşa edilmiştir. Askeri vesayet altında kurulan bu otoriter yapı 28 Şubat döneminde daha da katılaşmış, üniversiteler bilim, kültür ve teknoloji üreterek ülke kalkınması ve toplumsal gelişmeye liderlik yapacakları yerde ideolojik saplantıların tutsağı haline gelmişlerdir. Türkiye’de köklü değişimlerin başlangıcına işaret eden 2002 seçimlerinden sonra ise YÖK ve askeri disiplin ile zaptu rapt alınan üniversiteler, muhalefet merkezleri olarak bildiriler yayınlamaya, hükümetin refom çabalarına can hıraş biçimde karşı çıkmaya başlamıştır.

Dünyanın hiç bir ülkesinde bireylerin okuma hakları kılık kıyafetinden dolayı elinden alınamazken vesayetçi zihniyet, demokrasi tarihine kara leke olarak geçecek başörtüsü yasağını uygulamaya koydu.  Türkiye’de başörtüsünü yasaklayan hiçbir yasa yokken bu yasak siyasi ve ideolojik baskılarla uygulanmaya başlandı ve daha sonra yasak uygulmasını ortadan kaldırmak amacıyla yapılan girişimler engellenerek hukuki dayanak oluşturuldu. YÖK’ün başlattığıı, 28 Şubat sürecinin de arkasında durduğu ve desteklediği yasağın gerisinde herhangi bir yasal zemin yoktu. Tam tersine TBMM iki kere yasakların kaldırılması amacıyla anayasal değişiklikler yaptı. Ancak vesayet rejiminin bekçileri bu değişiklikleri iptal kararı şaşırtmayan Anayasa Mahkemesi’ne götürdü.

Bugün gelinen noktada Türkiye, siyasi ve ideolojik temelli baskı ve yasakların sürekli olarak kaldırıldığı, daha demokratik ve katılımcı bir sosyal yapının geliştiği bir ülkedir.  Yenilikçi ve özgürlükçü düşüncelere öncülük etmesi, baskı ve yasaklara ilk karşı çıkması gereken üniversiteler Türkiye’de ne yazık ki uzun süre statükonun savunuldugu ve desteklendiği kurumlar olmuştur. Son yıllarda ise tekrar geleneksel rollerini üstlenmeye ve toplumsal sorunların çözümüne katkıda bulunmaya başlamışlardır. Toplumun beklentisi de üniversitelerin demokrasi, özgürlük ve çoğulculuğun kaleleri olarak değişime öncülük etmeleri, kritik sorunlara çözüm önerileri geliştirmeleri yönündedir.

Sektörel büyüme kalite ile birlikte yürütülmeli

Türkiye’nin ekonomisi gün geçtikçe büyüyor, siyasi etkinliği artıyor, bölgesel ve küresel sisteme entegrasyonu sürüyor. Bütün bu süreçlerin başarılı biçimde yönetilebilmesi kaliteli insan gücü ve sermayesine sahip olmakla mümkün. Bunun farkında olan hükümet her şehire en az bir üniversite açarak Türkiye’yi ileriye taşıyacak ve kalkınmasına omuz verecek kuşakların yetiştirilmesine yatırım yapıyor. Bugün Türkiye’de 165 üniversite var. Ancak nüfusumuzun yapısı, farklı sektörlerin ihtiyaçları ve Türkiye’den beklentiler söz konusu olduğunda bu sayı yetmez. Uzmanlık ve kalite ilkelerini de göz önüne alarak yeni üniversiteler açılmalı, yükseköğretim sektöründei büyüme sürdürülmelidir. Zira, Türkiye OECD ülkeleri arasında 18-24 yaş grubu arasında yüksek öğretime erişimi en düşük düzeyde olan ülkelerin arasında yer alıyor. Bu durum ekonomisi büyüyen ve sanayii çeşitlenen bir ülke olarak Türkiye için ciddi bir problem olarak değerlendirilmelidir.

Türkiye niceliksel iyileştirmeler yaparken niteliği de özel önem vermelidir. Üniversite sayılarını artırmak başarı hanesine yazılabilir ancak asıl başarı sayıyı artırırken kaliteyi de artırmakla yakalanabilir. Bugüne kadar nicelik ve kapasite artırımı önceliği üzerine yoğunlaşıldığı için nitelik konusunda kapsamlı çalışmalar yapılamadı. Türkiye’deki yükseköğretim sistemini bekleyen en büyük risklerden biri geldiğimiz noktada kalite meselesidir. Kalite sorunu merkezî bir sistemle çözülecek bir problem değildir. Kaliteli eğitim sağlamak için öncelikle üniversitelerin kendi bünyelerinde çalışmalar yapmaları ve bir sonraki aşamada dış destek almaları gerekir.  Kalite kültürü, üniversitelerin kendi bünyelerinde derinleştirmeleri ve kökleştirmeleri gereken bir kültürdür.