Dün sabah erken saatlerde telefona baktım, iki arama var...

Biri Uğur Dündar’dan, diğeri gazeteciler.com sitesinden Hacer Alkan’dan...

Uğur Dündar diyor ki; “HAS Parti’nin resmi sitesine girdim... Ne benim ne de senin hakkında bir suç duyurusu yok... Böyle bir tevatür çıkartanlar var, ancak resmi sitede böyle bir şey yok... Bilgine...”

“Peki” dedim kapattım...

Maile baktım Saadet Partisi’nden bir dost, yazıdaki bir maddi hatayla ilgili bir küçük hatırlatma yapmış...

- “Şeref Malkoç, Has Parti milletvekili demişsiniz Reha Bey” diyor, “Eski milletvekili, şu anda HAS Parti’nin mecliste milletvekili yok...”

Doğru, HAS Parti yöneticisi Şeref Bey...

Saadet Partili dostumun ikinci hatırlatması, o partiden ayrılmaları esnasında yaşandığını söylediği önemli bir ayrıntı...

Henüz bütün detaylarını check ederek elde edemedim...

Bir yanlışa düşmemek için şimdilik yazmayayım...

***


Üçüncü arayan, gazeteciler.com sitesinden sevgili meslektaşım Hacer Alkan...

- “Reha Muhtar” dedi, “O günlerde ben de televizyonlarda çalışıyordum... Fakat senin deli cesareti göstererek yaptığın Fethullah Gülen canlı yayını benim bile aklımdan çıkmış... Bu haberler senin hakkında televizyonculukta edinilen yanlış algılamaları silip atıyor...”

Biraz sohbet edip teşekkür ettikten sonra, gazeteciler.com’da hakkımda yazılanlara baktım o röportajla ilgili...

Şöyle diyor:

“Devir 28 Şubat devri... Canlı yayına Fethullah Gülen’i Amerika’dan çıkartmışız...

Cesaretin bini bir para...

Yayın başlarken SHOW TV’nin patronu Erol Aksoy aniden rejiye dalmaz mı?..

Yönetmenim Caner Erdem üzerinden bana bir şeyler söylemek istemez mi?..

Bir süre sonra canlı yayının ortasında ipler kopacak noktaya gelmez mi?.. Neler oldu neler...”

***


“Gerçekten de cesaretin bininin bir para olduğu zamanlardı...

Fethullah Gülen hakkında ‘olumlu’ yazılan her satıra bedel ödetildiği dönemlerdi.

Reha Muhtar’ın haberciliğini beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz...

Ama ‘cesareti’ ile, ‘deliliği’ ile hep özel bir yeri de bulunmuştur.

28 Şubat döneminde Gülen’i ekrana çıkarmak başlı başına büyük bir cesaret gerektiriyordu. Reha Muhtar’ı mazideki ‘deli cesaretini’ hatırlatan yazısından dolayı günün köşe yazarı ilan ediyoruz...”

***


Dün bu telefonlardan sonra öğlen saatlerinde o günlerde RTÜK Başkanı olan okul arkadaşım Fatih Karaca’yla sohbet ediyorum...

“Sadece gazetecilik yapıyordun, cesaretin ondan geliyordu” dedi...

Okul arkadaşımdı, beni tanıyordu...

O sırada o günlere ait olayı kendisine anlatmaya başladım:

- “Hatırlar mısın” dedim, “Cemalettin Kaplan’ın oğlu Metin Kaplan bir 10 Kasım’da Anıtkabir’e bombalı saldırı düzenleyeceğini söylemişti...”

- “Hatırlamaz olur muyum?” dedi...

- “Arkadaşlar akşam bizim canlı yayınımıza çıkabiliyor Metin Kaplan, Reha Bey...” dediler...

Bir yanda, halifelik iddialarıyla Anıtkabir’e saldırı yapacağını söyleyen birisi...

Diğer yanda, senin başkanı olduğun RTÜK... Öte yandaysa, yapacağın en ufak bir hatada karşına çıkacak yasalar... Ve akşam canlı bomba gibi seni bekleyen canlı yayın... “Çıksın” dedim arkadaşlara... “Ben bu yayını yapmazsam kendime gazeteci demem...”

***

- “Bir hatada sana bir ay televizyonu kapatma cezası verebilirdik” dedi Fatih...

- “Biliyordum” dedim... “Metin Kaplan yayına bağlandı... Sen nasıl bu işi yapmaya kalkarsın diye adamla tartışa tartışa soruyorum... Bıçak sırtında bir yayın...”

Yayın bitti...

Ertesi günü akşam saatlerinde “Almanya’dan bir kaset var sizle ilgili Reha Bey, izlemek ister misiniz?” dedi arkadaşlar...

Haber merkezindeki ufak monitöre gittik...

Baktım “Kaplancılar toplanmışlar, yürüyüş yapıyorlar... Pankart taşıyorlar ve slogan atıyorlar... Reha Muhtar’a ölüm” diye...

“Boşverin” dedim “Biz işimize bakalım...”

Ertesi günü Beşiktaş DGM’den bir telefon...

- “Savcı bey sizi çağırıyor...”

- “Hayırdır ne oldu?..”

- “Metin Kaplan yayınınızla ilgili, DGM Savcısı ifadenizi alacak... Terör örgütünün propagandası yapıldı mı” diye...

Savcı dünya tatlısı birisiydi...

Bir yandan ismimi yazan pankartlarla “ölüm” diye bağırıyorlar, diğer yandan beni yayındaki tavrım nedeniyle öldürmek isteyenlere karşın onları yayına çıkarttım diye hakkımda suç duyurusunda bulunuyorlardı...

Savcı durumuma bakıp acımıştı...

Fatih Karaca, “Eğer bir hata yapsaydın bir aylık kapatma cezası verirdik SHOW’a” diyordu...

Hacer Alkan telefonda ısrarla soruyor, “Fethullah Gülen Hoca’yla röportaj esnasında patronunuz Erol Aksoy’la aranızda ne geçti?” diye...

Aklıma bana acıyıp, o gün hakkımda takipsizlik veren savcı geldi...

Tesadüf, onunla telefonda konuştum dün öğle saatlerinde...

Çok önemli bir yerde başsavcı olmuştu şimdi...

Hacer soruyordu telefonda: “Ne oldu Erol Aksoy’la aranızda?..”

“Az sonra” dedim Hacer’e, “Az sonra...”

*****

GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ

BAŞKALARININ SIKINTILARI GÖRDÜĞÜ YERDE ONLAR FIRSATLARI GÖRÜRLER...

“Dünyanın en neşeli, en dinamik ve mutlu insanlarının yaradılış bakımından sizden ve benden bir farklılıkları yoktur...

Hepimiz etten ve kemikten oluşuyoruz...

Hepimiz aynı evrensel kaynaktan geliyoruz...

Var olmaktan daha fazlası için çabalayanlar, insani potansiyellerinin alevlerini körükleyenler ve hayatın büyülü dansının gerçekten zevkine varanlar, sıradan yaşamlar sürdürenlerden farklı şeyler yaparlar...

Yaptıkları şeyler arasında en önemlisi, dünya ve içindekiler hakkında olumlu bir paradigma (değerler dizisi) benimsemektir...

Başkalarının sıkıntıları gördüğü yerde, onlar fırsatları görürler...”

***

Bir buçuk yıl kadar önce, “dünyada çok başarılı olan insanların, ortak davranış biçimlerini modelleyen NLP tekniklerini” çalıştığım dostum Metin Çınaroğlu şöyle demişti:

- “Abi dünyada başarılı olan insanlar, yaşamlarında karşılaştıkları krizleri fırsata dönüştürebilen insanlar... Bu insanların başlarına gelen bir kriz esnasında sordukları ana soru şu:

Bu kriz bana neyi gösteriyor?..

Onu nasıl bir fırsata çevirebilirim?.. Kriz bana, neyi yapmam gerektiğini söylüyor?..”

Eğer karşılaştığınız sorunları ve krizleri birer fırsat olarak görmeye başlarsanız, hayatınız sıradan olmaktan çıkar ve olağandışı bir güzellik taşımaya başlar...

***

18-19 yaşlarındayken, “paranın kıymetini bilmeyen” bir gençtim...

O günlerde Türkiye’de büyük bir ekonomik kriz patlak verdi...

Ülkenin başbakanının deyimiyle “70 sente muhtaç bir ülke” durumuna geldik...

Bu şaka değildi...

Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinde petrol alacak dolarımız bile yoktu...

Kahve ithalatı tamamen durduruldu...

Türk kahvesi, kahvehanelerde bulunmaz oldu...

Sadece çay içilebiliyordu...

O günlerde bütün hevesim yurt dışına gitmek, İngiltere’lerde, Fransa’larda hayatı görüp tanımaktı...

Ancak hükümet bir karar çıkarttı ve yurt dışına çıkışları üç yılda birle sınırlı tuttu...

Üç yılda sadece bir kez çıkabilecektik ve o çıkışta en fazla 500 dolar alabilecektik Merkez Bankası’ndan döviz olarak...

Ne kadar Türk liranız olursa olsun 500 dolardan fazla para almanız yasaktı...

Daha yüksek bir parayla yurt dışına gittiğiniz tespit edilirse ve sınır kapısında yakalanırsanız, suç işlemiş olacak, paranıza el konacaktı...

***


Eğitim amacıyla Cambridge’e giderken, pantolonumun iç cebine birkaç yüz doları annem iğne iplikle dikerek yerleştirmişti...

Sonraki yıl Paris’e gitmek için, yurt dışına çıkış iznimi yakmak istemediğimden “Lille’deki bir çalışma kampına gidiyorum” gerekçesiyle çalışma kampından gösterdiğim izin belgesiyle çıkış yapabilmiştim...

Hayatta paranın değerini hiçbir zaman pek bilemedim...

Fakat doların değerini ve yurt dışına çıkışın önemini hep bildim...

Hayatımda hiçbir zaman doları Türk parası kadar kolay harcayamadım...

Zorunlu olarak yoksun kalmıştım ilk gençlik yıllarımda...

Bu, ileriki yıllarda bir miktar para biriktirmemi sağladı...

Yaşamım boyunca her yurt dışına çıkışta, içimden fışkıran belli belirsiz bir mutluluk duydum...

Yurt dışındaki günlerimin değerini hep bildim...

Yurt dışında hep keyifli yaşadım...

Çünkü gençliğimde havaalanından çıkış yapabilmek için her yıl bin bir türlü formül bulmak zorunda kalmıştım...

***

Bunun gibi bir mucize de iki yıl önce gerçekleşti...

Minik çocuklarımla ilişkiyi her baba gibi anneleri üzerinden kuruyordum...

Anneleriyle bir hayat yaşıyor, çocuklarıma da her baba gibi anneleri üzerinden babalık yapıyordum...

Anne her baba gibi çocuklarla ilişkide belirleyici faktördü...

Anneleriyle yaşadığım ayrılık, bana çocuklarımla ilişkiyi, anneleri üzerinden değil birebir baba-evlat ilişkisi halinde yaşamayı öğretti...

İnanılmaz bir mucizeydi bu...

Onlar babalarını direkt, babaları da onları direkt olarak “annenin tercümanlığı” olmadan hissediyordu...

Ayrılığın öğrettiği zorunlu bir sonuçtu bu...

O zaman hepimizin babalarıyla olan ilişkilerimizin “anneler üzerinden” olduğu gerçeğini fark ettim...

Çocuklarımla birebir ilişki yaşamanın mutluluğu, çok daha meşakkatli olsa da çok daha keyifliydi...

Çocuklarımla birebir yaşamanın keyfini, doların kıymetini ve yurt dışına çıkışın zevkini, geçmişte yoksun kaldığım krizler nedeniyle bu kadar değerli yaşayabiliyorum bugün...

Krizler bu fırsatları ve değerleri yarattılar...