Suskuların sözlerden daha tehlikeli olduğunu, adam karşısında geçip bacak bacak üstene atırak, ahkam kesmeye başladığında anlamıştı kadın. Adam konuşuyor, kadın susuyor... Kadın susuyor, adam daha bir coşkulu sonuçlara varıyordu. O an ne kadının susması ulaşıyordu adama ne de adamın konuşması kadına. Ben diye başlayan cümleler, içinde ama geçenlerden daha tehlikeliydi kadına göre. Ama kelimesi konulduğu yerden öncekini hiç yaparken, ben kelimesi tümlüğü hiç ediyordu.


Adam ‘ben’ ile başlayan nice cümle kurdu...


Kadın çocukluğu, yaşanmışlıkları, olanlar, şu an keşmekeşinde derin bir gezintideydi. Gözleri gözlerinde, laciye bürünmüş adama bakarken ‘ne çok konuştu ama hala kadehi bitmemiş’ diye düşündü. Sevdiği bu adamı ne kadar tanıdığını düşündü. Gülüyordu gene adam ve kadın hiç sevmiyordu adamın gülüşünü, nedense!


Zaman aşımına uğramış feryadların üzerinde, yeni bir dünyaya açılmaya hazırlanan kapılar vardır hani, laciye çalan hüzünler gibidir.


Derin derin solursun yüreğine damla damla akan kan kırmızı şarabı.


Gülmeliyim, mutluyum aslında ben bakın diyen gülüşle. Oysa öyle aksini gösterirki detaylardaki hüzünler.


Dokunsan ağlayacak gibi gülüşün ey yar!


Ağlasan arınacak gibi!


Bu yüzden olsa gerek gülüşünü sevemedim senin. Bekaretini çoktan yitirmiş gülüşün dudaklarda.


Acıları güneş renkleriyle ne kadar kapamaya çalışsalarda, geceye çalan laciye bürünmüş bir aşk seli parmaklarında. Yudum yudum içtigin yüreğin, taa uzaklara uzanan deniz sefasının esintilerini taşıyor yanaklarına. Yanına gelip ‘Hey gülmeye çalışmaktan çok ağrıyacak yüzün’ deyip sonbahar rüzgarı gibi okşayasım geliyor kulaklarını, ince bir fısıltıyla.


Kimbilir kimlerin gözyaşıyla oluşmuş bu taş yığınının mihbarında, sırtını dayamışken adalara, ne İstanbul paklar bu gizleri, ne de söylenmemiş sözler.


Hep simit atılacak değil ya martılara, sen en iyisi mi ufka dalan dudaklarından yudum yudum şarabından sun Ada ya ilk yolculuğunda onlara. Bakarsın sarhoş olur da simit peşinden koşmayı bırakır bir kaçı yamacında.


Kadehini dudaklarına götürmüşken adam, kadın kalktı yerinden ve elinden alarak kadehi içti, boş kadehi adama verip çıktı odadan.


‘Ya içeceksin o şarabı ya hüznünle boğmayacaksın bu kadar uzunca, anlattıklarından acımış şarabın tadı! Tadına vararak yaşamayı bırakalı ne kadar oldu sen hayatı ey sevgili... Yalan-gerçek, doğru-yanlış diye diye kaç an yitirdin acaba yaşanacak. Şimdi gecenin bu saati ben sahile martıları şarapla sarhoş etmeye gidiyorum. Geliyor musun? Yoksa kelimelerde boğulup yaşamdan kaçmaya devam mı edeceksin burada kalıp?’ dedi elinde şarap şişesiyle adamın yanına geri döndüğünde.


Şaşkınlığı her halinden belli olan adam, kadının uzattığı eli tutup sessizce kalktı ve takip etti. Yolda tam bir şeyler söylemeye hazırlanıyordu ki adam, kadın bir şarkı mırıldanmaya başladı denizin yosun kokusu okşarken yanaklarını.


‘İlk kez şarkı söylerken görüyorum’ diye iç geçirdi adam kadını hayranlıkla izlerken.


Bu kadar huzurlu kılan neydi kadını? Oysa daha dün gece isyan içindeydi var olan herşeye. Şimdi yanında yürüyen kadın sanki bir genç kızdı, şen şakrak, evden gizlice kaçmış sevgilisiyle buluşmak için sanki. Nazlı, çılgın, çekingen ve kadınlığa gidilen yola yeni çıkmış gibi.


Adamın zihninden geçen düşünceleri okumuş gibi şarkıyı kesip aniden durdu kadın ve gözlerini kilitleyip adama, yanaklarını avuçlarına aldı: ‘Sadece yaşamak istiyorum her anı ve seninle. Bunu anlamak çok zor değil inan. Sadece hisset şuanı. Ne geçmiş ne gelecek sadece şimdi... Erteleyerek yaşamaktanda, geçmişi taşımaktanda yoruldum... Sadece şuan...’


Uzun uzun birbirlerine bakmaya fırsatları olmadan yağmur çiselemeye başladı ve kadın ‘ şimdi yağmurla dans zamanı!’ diye çığlık atarak adamıda tutup ellerinde dansa başladı; deniz, yağmur, şarap...