Öfkenin hızına kapılmak yerine sakin bir şekilde çözüme odaklanabilecek bir siyaset, hâlâ süreci dönüştürebilir.

Türkiye, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde hüsranla karşılaştı. Suriye sınırının öte yakasında bir tampon bölge kurma projesi suya düştü. Sınırı aşıp gelen Suriyeli mültecilerin sayısı yüzbine dayandı.
Hatay’dan gelen haberler, günlerdir ülkedeki ana tartışma gündemlerinden birini oluşturuyor. Mülteci mi, “özgür Suriye Ordusu mensubu” mu olduğu tartışmalı eli silahlı kişilerle, Hataylılar arasındaki gerginliğin tırmandığını anlatan mesajların sayısı her geçen gün artıyor.
Hatay nüfusunun önemli bir kısmı Nusayri (Aleviliğe yakın bir mezhep). Mültecilerin ve “Özgür Suriye Ordusu”nun asıl ağırlığı Sünni. Bu farklılığın, silahlı militanlar tarafından Nusayri Hataylılara baskıya dönüştüğü yönündeki yakınmalar yoğunlaşıyor. Bu mesaj ve yakınmaları manipülatif bulan bir kamuoyunun varlığına rağmen, tablo ciddi görünüyor.
Batı, Esad rejimini yıkmak konusunda çok istekli ve atak değil. Türkiye, Esad’ın kısa vadede yıkılacağı anlayışıyla bir siyaset kurgulamıştı. Süreç böyle gelişmedi. Şu an, Suriye konusunun, Türkiye açısından bir avantajdan çok dezavantaja dönüşmeye başladığını net bir şekilde söyleyebiliyoruz. 

Suriye artı PKK
PKK zaman zaman vahşet boyutuna varan saldırılarını şehirleri de içine alacak şekilde yaygınlaştırıyor ve tırmandırıyor. Toplumda, çözüm konusunda karamsarlık yayılıyor.
Sertlik yanlısı, saldırgan dil her yerde. “Vurun, hainleri susturun” diyenlerin sesi daha yüksek çıkıyor, 90’ları aratmayan bir kaba milliyetçi dil her geçen gün daha fazla prim yapmaya başlıyor. Hep birlikte bir şaşkınlık yaşıyoruz. İpler sanki başkalarının eline geçmiş, biz ise kendi kaderimize yanar vaziyetteyiz.
İşte Cemil Çiçek, şaşkınlık içindeki iktidar bloğunun içinden çıkıp, “Haydi gelin hepimiz bir tarafından tutalım” diyebiliyor, ama kimse dönüp bakmak istemiyor. Böyle “kavşak dönemleri”, herkesin birbirine kızma zamanıdır. Tabii iktidarlar da böyle zamanlarda genellikle amigolardan medet umarlar. 

Çözüm mümkün
Belki, bu noktada, “Çözümsüzlüğün en yükseğe tırmandığı an, çözüm için imkanların da oluşmaya başladığı andır.” prensibi anlamlı olabilir. Hala, Kürtlerle, Türkler “bir arada yaşama iradesi”ni koruyorlar.
AK Parti, toplumun büyük bir ağırlığının desteğini alıyor. Ekonomi olumlu bir görüntü vermeyi sürdürdüğü müddetçe, ufak iniş çıkışlar olsa bile, bu desteğin devamı beklenebilir.
Ancak, maalesef, iktidar da ana muhalefet de sanki gerginlikten prim umuyor gibiler. Başbakan’la Kılıçdaroğlu arasındaki son “mektuplaşma diyaloğu”, iki tarafın da “kriz”i tam anlamıyla algılayamadığını gösteriyor. 

Olumlu imkânlar...
Bu köşede ve çeşitli platformlarda birkaç kez dile getirdim: Hadi diyelim ki BDP yöneticilerine kızıyorsunuz ve onları güvenilmez buluyorsunuz… AK Parti ve CHP içindeki Kürt milletvekillerini dinleyin. Onların nasıl bir yol izleneceğine ilişkin kanaatlerini ve önerilerini öğrenmeye çalışın.
Cemil Çiçek’in çıkışının anlaşılmadığı ve çağrısının teknik bir mesele gibi algılandığı anlaşılıyor. Karşı çıkanlar, cümle ve maddelere odaklanıyorlar. Oysa orada asıl önemli olan topulmun da yeni yeni algılama sınırları içine giren “derin kavşak”ın formüle edilmiş olmasıydı. Şu soruyu da soralım: Cemil Çiçek’in çağrısına yalnızca AK Parti’nin Kürt milletvekillerinden “olumlu” mesajlar gelmesi tesadüf mü?
Öfke kışkırtan, gerginlik tırmandıran, korku üreten yaklaşımların çok büyük bedellere mal olabileceği bir kavşaktayız. BDP yöneticileri de dahil olmak üzere herkesin süreci daha sakin ve dikkatli bir şekilde değerlendirmeye çalışmasında büyük yarar var.
Öfkenin hızına kapılmak yerine sakin bir şekilde çözüme odaklanabilecek bir siyaset, hala süreci dönüştürebilir. İşe, önce ülkedeki tüm farklılıkların bir arada yaşamasının üretebileceği derinlik ve zenginliği düşünerek başlayabiliriz. Bu cesareti gösterebilecek birikime ve imkânlara sahibiz.


(Radikal gazetesinden alınmıştır)