Yaşanan olaylar, açılan dosyalar, geçmişin ve medyanın bitmek bilmeyen sorgulamaları, beni “gazetecilik mesleğinin geleceği” ile ilgili derin bir karamsarlığa itmiş durumda...

Bazen gazeteciliğin en temel kuralları yapılamazmış gibi gösteriliyor ki, gelecekte gazetecilik nasıl yapılacak, sorusu kara kara düşündürüyor beni...

Hayır, siyasi hesaplaşmalarda, kim haklı kim haksızında değilim meselenin...

Fiili olarak “Bu kadar sorgulanan gazetecilik” istikbalde nasıl yapılacak bunun merakı içindeyim...

***

Gazetecilik dışı faaliyetlerde bulunanlar, mesleğimize çok büyük kötülükler yaptılar bu kabul...

Fakat, medya sorgulamasının aldığı boyut beni gelecek için fena halde kaygılandırıyor...

Öyle basit gazetecilik refleksleri sorgulanıyor ki, içimden “iyi ki aktif habercilik yapmıyorum” diye geçiriyorum...

Bir kere şunu kabul edelim...

Bir “haberci” her zaman, örgütlü örgütsüz, gizli açık, siyasi beşeri her türlü “kullanılmaya açık bir pozisyonda” mesleğini yapmak zorunda...

Biz “habercilik” yaparken, her kesimin hoparlörü olacağımızdan, herkesin kullanımına açık bir meslek icra ettiğimizin farkında oluruz...

***

Böyle olması işin doğasıdır...

Bundan gocunduğumuzda zaten habercilik yapamayız...

Sizinle iyi ilişki kurmak isteyen bir siyasetçi, kendi istediği yönde sizi manipüle etmeye çalışır...

Bir işadamı, sizi kendi grubunun, holdinginin çıkarları doğrultusunda kullanmaya uğraşır...

Yaptığınız her haber ulusal ve uluslararası bir baskı grubunun, sivil veya askeri organizenin çıkarlarına uygun ya da aykırıdır...

Gazeteci her gün, önünden geçen yüzden fazla haberin “kime yaradığını, kimin tarafından yaptırıldığını, kimin kullanımına açık olduğunu” saptamaya kalkışırsa, “habercilik reflekslerini bütünüyle yitirir...”

Bir akademisyenin, bir köşe yazarının bakışıyla “aktif gazeteciliği ve haberciliği” eleştirmeye başlarsanız, ortada gazetecilik ve habercilik kalmaz...

***

Bu farkı sekiz yıldır günlük köşe yazdığımdan bu yana fark ediyorum...

Olayları ve tavırları masaya yatırıp eleştirenler, sıcak haber yaparken bir gazetecinin nelerle karşılaştığını, nasıl kullanıma açık olduğunu, mesleğin doğasının cereyanlar arasında kalmaya ne kadar müsait olduğunu fark etmiyorlar...

Medyayı geçmişte sorguladığımız şekilde sorgulamaya devam edersek, bugün meslektaşlarımız mesleklerini yapamaz hale gelirler...

Her verdikleri haberin altında bir gizli neden, her vermedikleri haberin altında da bir “gizli el” aranırsa, “haber” nasıl oluşacaktır?..

Gazetecilik refleksi bu sorgulamalar sonucu tamamen kaybolur...

***


Ben bu mesleğin, meslek dışı saiklerle ve dürtülerle yapılmış olmasının en büyük mağdurlarından birisiyim...

Ticari çıkarlar için tetikçilik yapanlar; ticari çıkarlara dayalı tetikçi habercilikten özellikle uzak durmaya çalışan beni “cüce haberleri” yapmakla itibarsızlaştırmaya çalışırlardı...

Gerçek amaç, kendi niyetlerini saklamaktı...

***

Siyasi çevreler tarafından bilinçli olarak kullanılan ve bundan rant sağlayanlar, beni “siyasi değil magazinel habercilik” yapmakla suçlarlardı...

Böylece kendi gazetecilik niyetlerini gizleme yoluna giderlerdi...

İş dünyasına, reklamcılara ve oralardan gelecek paralara göre haber yapanlar, benim yaptığım haberlerin “değersiz ve popülist” olduğunu söyleyerek “cukkalamalarda” perdeleme yaparlardı...

***

Bugün yayınlanan ve yayınlanmayan andıçlarda, keza yayınlanan ve yayınlanmayan kasetlerde, ortaya çıkan ayıraç “cüce haberlerinden oluştuğu söylenen haber merkezi”nin boyutlarını çoktan aşmaktadır...

Bu kadar hayati bir yerde, bu kadar müdanasız kalabilmenin tek yolu “sırtını seyirciye ve izleyiciye yaslamaktı...”

Demokrasinin ruhu buydu...

Gerçek şu ki;

“Kimselerden teşekkür almaya endeksli olmayan”, her daim muktedirin yanında yer almayı görev bilmeyen, izleyicisinin (okuyucusunun) isteklerini önemseyen bir gazetecilik anlayışı nispi olarak bağımsız ve demokratik bir anlayıştır...

Son tahlilde, halkın tercihlerine göre şekillenen toplum mühendisliğine soyunmayan o gazetecilik anlayışı “demokratik”ti...

***


Demokratik olan gazetecilik anlayışını “hafiflik”, bağımsız yayıncılık duruşunu “ciddiyetsizlik”, insana yönelik haberci refleksini “magazincilik” olarak niteleyerek, toplumu şırıngaladılar...

Öyle günler geldi ki, “yaptığımız haberciliğin devlet için tehdit oluşturduğunu” söyleyecek raddede laflar edildi...

“Acı yaşadığımız, yalnız kaldığımız, güçlülerden oluşan muktedir bir lincin altında ezilmeye çalışıldığımız” günlerdi o günler...

Bunun hesaplaşmasını yapmak için biz her şeyiyle hazırız, fakat bir yargı sürecinin tutuklanmalara gidecek sonu bilinmez dehlizlerinde yapılamaz bu hesaplaşma...

Herkes birilerinin önünde kalkan, birilerinin de arkasında saklambaç oynamakta...

Mahkeme süreçlerinden uzaklaşsak diyorum, kılıç kalkan oyunları da saklambaçlar da masaya gelecek arka arkaya...

*****

GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ

ACILAR İNSANLARI ŞEFKATLİ YAPAR...

“Acılar derin bir manevi gelişme için her zaman birer araçtırlar...

Büyük acılara katlanan kişiler, genellikle yüce kişiliklere dönüşürler...

Yaşam tarafından incitilmiş olanlar, genellikle başkalarının acılarını anında fark edebilirler...

Zorluklara katlananlar, yaşam tarafından alçak gönüllü hale getirilenlerdir... Büyük acılardan geçenler, daha açık, daha şefkatli ve daha gerçektirler...

Robin Sharma...”

***

12 Eylül, 28 Şubat, Dersim ve daha nice talihsiz ve acılı olayla yüzleşmemiz elbette ki birçoğumuzu rahatsız ediyor, acı veriyor...

Bunların bir siyasi hesaplaşma olmaması bizim bilgeliğe doğru uzanan yaşam yolculuğumuz açısından önemli değil...

Bu acılı olaylarla yüzleşerek, toplumsal olarak “başkalarına karşı hoyrat davranmamasını” öğreniyoruz...

Her “hoyrat” davranışımızın, başka insanların hayatında açtığı derin acıları, üztüntüleri, kırılmaları fark ediyoruz...

O kırılmalarla yüzleştiğimizde, muhtemelen birçoğumuz kendini sorguluyor “Ben bunları yapmak istememiştim... Böyle olduğunu bilmiyordum...” diyor...

***

“Her şey öyle olması gerektiği için olur...”

Acılı hesaplaşma süreçlerinin, kendinizi, ruhunuzu ve kişiliğinizi geliştirici, öğretici yönlerini düşündüğünüzde ne kadar değiştiğinize inanamayacaksınız...

Eski “hoyratlıklarınızdan” eser kalmadığını göreceksiniz...

Yaşamını labinetlerinde karşınıza çıkan her “dram” size öğretilmek üzere gelen bir dersin yansımasıdır...

Her acı sizi daha bilge...

Her baskı sizi daha duyarlı yapar...

Bunu bilirseniz, yaşadığınız şeylerin üstesinden gelebilirsiniz...

*****

OSCAR FİLMLERİ KUŞAĞI... “SEN BENİM NEŞEM VE ACIMDIN... ELVEDA ELIZABETH...”

“Sen benim hem sevincim hem de acımdın... Elveda Elizabeth...”

Son yıllarda biriktirdiğim filmleri izlemekten, 2011’in “Oscar’a aday olacak dev filmlerini” izlemeyi sona bırakmıştım...

Oscar’ın o muhteşem törenini izledikten sonra havaya girdim...

Sonra Oscar’a aday olan ve kazanan dev filmleri izlemeye başladım...

Demir Leydi’yi önceki gün izleyip yazmıştım...

Dün George Clooney’ye Oscar adaylığı getiren ve toplam beş dalda aday “Senden Bana Kalan” filminin “hayatın içinden süzülen abartısız trajedisiyle yüzleştim...”

“Sen benim hem sevincim hem de acımdın... Elveda Elizabeth...”, kendisini aldattığını öğrendikten sonra, yoğun bakımda ölmek üzere olan eşiyle yüzleşirken söylediği sözler bunlar George Clooney’in...

***

Açık Gazete’nin sinema eleştirmeni Tamer Baran, yönetmen Payne’nın bu sözleri Clooney’ye söyleterek, “aşkın sadece sevinç ve gurur verdiğini zanneden eski Amerikan klişesini yerle bir ettiğini” iddia ediyor...

Filmin böylece “acı ve neşeyi bir arada yaşatan” gerçek sevgiyi aktardığını belirtiyor...

Filmin çok dokunaklı işlenen, duyarlılığı seyirciye bütünüyle aktarabilen etkileyici bir trajedisi var...

Bir baba yıllardır doğru düzgün ilgilenemediği iki kızıyla baş başa kalırken, sevdiği karısını kaybetme noktasında, onun tarafından aldatıldığını kendi kızından öğrenir...

Bir ölümcül kaza, bir aldatma, bir yalnız kalma ve iki çocuğuyla bir baba...

İki saat boyunca hayatın insanoğluna getirdiği trajadeyi izliyoruz...

Çok “gerçek” bir film, Senden Bana Kalan...

O kadar gerçek ki, sinemaya biraz fantezilerini yaşamak için gidenlerin, kendilerini yaşamın dertlerinin içinde boğulmuş hissedebilecekleri bir film...

***

Fantastik unsarları yok...

Seyirciyi rahatlatacak, psikolojik boşalma noktaları mevcut değil...

Hayatın üzerinizdeki yükünü film boyunca yaşıyorsunuz...

Rahatsızlıktan, rahatlığa geçemiyorsunuz...

Hayatı öfkeyle sevgiyi, mutlulukla acıyı bir arada ve rahatlatıcı bir umuda yolculuk edemeden yaşıyorsunuz...

Mutlaka izlemeniz gereken bir yapıt...

Eğer yaşamın trajedileri arasında kaybolmadan, yaşam estetiğinizi bozmadan kendi tarzınızla en derin dehlizlerden geçmek istiyorsanız...

Samimi ve sahici bir sevginin, bir babayı ayakta tutan muhteşem öyküsünün adıdır “Senden Bana Kalan...”

(VATAN)