Türkiye’nin, Anamur Dragon Çayı üzerinde tesis edilen Alaköprü Barajı'ndan alarak Kuzey Kıbrıs'taki Geçitköy Barajı'na aktardığı ve 1.6 milyar Türk Lirasına mal olan su projesi sabırları da taşma noktasına getirdi.

2010 yılında imzaların atılmasına, 2013-2015 ekonomik protokolünde kimin yöneteceği açık açık belirtilmesine rağmen, çalışmaların sürdüğü dört yıl boyunca parmağını kıpırdatmayanlar, çalışmalar bitince “su bizim, biz yöneteceğiz” demeye başladı.

Yönetme de bahaneydi tabi.

Zira isale hatları, atık su ve yağmur suyu tesisleri ve drenajlar gibi projenin hayata geçirilmesi adına gereken ilave yatırımlar için yaklaşık 600 milyon Türk Lirasına ihtiyaç vardı ve bu paranın 10’da biri bile bizde olmadığından bu tepişmeden bir şey çıkmayacağı ayan beyan ortadaydı.
Türkiye’ye –nedenine anlam veremediğim ölçüde- nefret duyanlar, acemi bir gözbağcılıkla meseleyi iradeye getirmeye çalıştı ama “Sidiğimi içerim, suyunu içmem”, “Cenabet gezerim, suyunla yıkanmam” pankartı her şeyi pek güzel açıklıyor aslında.

Travma sonrası stresi hala atlatamayan bazı kişiler, bu ülkenin en hayati ihtiyacının, boğazlarına ilmek olacağını düşünecek kadar körleşmiş durumdalar.

Türkiye’nin, 1974 yılında gencecik evlatlarını bu ada için kurban vermesinin dahi vicdanlarında karşılık bulmadığı, insaniyet sınavından sıfır alan bu kişiler, kendilerinin elini güçlendirecek sudan rahatsız oldular.

Şaşırdık mı, Hayır! Zaten Rumlar da tepki gösteriyor suya. 

Kıbrıs Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı'ndan konuyla ilgili yapılan açıklamada "bunun, işgal bölgelerinin Türkiye bünyesine dahil edilmesini, işgalin güçlenmesini ve Kıbrıs üstündeki Türk nüfuz ve denetimini en üst noktaya getirmeyi hedefleyen yasadışı bir eylem olduğu" görüşü dile getirilmemişmiydi!

 

1974 sonrası gelen rehavet ve güvenlikle“dolcevita”nın şehvetine kapılanlar, milliyeti, zilliyet addederek dışlamakla kalmadı, milliyetini vurgulayan her harekete tepkiyle bakar oldu.

Türkiye de, milliyetlerini hatırlatan yegane unsur olduğu için “sevilmedik gelinin selamı küfür gelirmiş” misali her hareketi battı.

***

Gelelim esas konumuza; Dağıtım dediler olmadı, BESKİ dediler olmadı, sidiğimizi içeriz dediler olmadı, şimdi de “deniz suyu arıtması daha ucuza gelir, gerek yok Türkiye’nin suyuna” demeye başladılar.

İyi de, arıtma, su elde etmede doğru/ucuz/çevreci/kolay bir sistem olsaydı, bugün dörtte üçünün suyla kaplı olduğu dünyamızdaki bilim adamları niye, önümüzdeki yüzyılın tehlikesinin susuzluk olduğunu, önümüzdeki 10 yıllar içinde su savaşlarının çıkacağını söylesin ki…

Zaten bilim adamlarına göre, denizden su arıtma çevreci bir uygulama değil zira arıtmadan sonraki kimyasal atıklar büyük sorun oluşturuyor. Çünkü bu ters osmos dedikleri olayda biri temiz, diğeri atık su için iki çıkış bulunuyor. Buraya giren 4 litre suyun 3’ü atılıyor, 1 litresi de temiz (yüzde 99 oranında temizlenmiş) su olarak çıkıyor. Fakat denize gönderilen su, denizdeki tuz oranını yükselttiği için belli oranda izin veriliyor bu işleme. (Tuz oranının yükselmesi, denizde yaşayan canlıları etkiliyor.) Güney Kıbrıs’taki denizden arıtma sistemi, AB standartını aştığı için uyarı geldiğini belirtelim. Özetle, bir süreliğine çözüm olabilecek işlem arıtma.

Tabiatta her şey denge içindeyken, ters osmos cihazından çıkan tuzun doğanın dengesini bozmayacağını söylemek zor. Ki, tuzdan başka, cihazını besleyen suyu filtreleyen kum filtresinin içinde bakterilerin üremesi ve bakterilerin cihazın mambranları içine geçerek burada biofilm tabir edilen geçirimsiz bir katman oluşturarak suyun kalitesinin bozulması gibi zararları da var bu aletin.

Durum böyleyken, hazır evimize getirilmiş bir nimete şükretmek yerine, onu itibarsızlaştırmaya çalışmanın “nankörlük” olduğunu söylemek hafif bir serzeniş olsa gerek!