Kitaplarla dolu odanızı, insana dinamizm veren, gençlik aşılayan öğrencilerinizi ve akademisyenliğin göreceli konforunu bir kenara koyup siyasete atılma kararı almak hiç kolay değil. Hele de profesör olduysanız, Türkiye’de akademyanın sizden beklentisi kalmıyor eğer kendi motivasyonunuz yüksek değilse.

Doçent olduktan sonra beş yıl beklemek neredeyse yetiyor profesör olmak için. Birkaç makale ile bu bekleyişten sonra profesör oluyor insan. Doğrusunu söylemek gerekirse işin başından beri akademideki bu durum beni pek memnun etmediği için sürekli araştırma merkezleri, düşünce kuruluşları ve benzeri platformlarda da çalışmaya özen gösterdik.

Düşünce kuruluşu deneyimi ufuk genişletiyor

Her ne kadar şimdiye kadar aktif siyasetin içinde olmasak ta, siyasetin mutfağı sayılabilecek bir düşünce kuruluşunda uzunca süredir çalışıp ülkemizin temel sorunlarının çözümüne ilişkin raporlar, çözüm önerileri ve bunun için takip edilmesi gereken yol haritaları hazırlayan bir ekibin içinde yer almak bize siyaset ile yakın temas kurma imkanı verdi.

Eğitim, medya, kültür, çözüm süreci, anayasa, seçimler ve dış politika gibi çetrefilli konularda siyasi karara alıcılara, karar verme süreçlerinde kolaylık sağlayıcı ve yol gösterici öneriler içeren bilgi ve araştırma temelli raporlar ve politika önerileri sunduk.

Siyasetin mutfağında derim yerindeyse uzunca bir süredir piştik. Artık siyaset sahnesine yani aktif siyasete, bir başka ifade ile doğrudan karar alma mekanizmalarına dahil olma sürecine girme kararı aldık. Böyle bir girişimin gerisinde yatan başlıca neden, ülkemizin bize sağladığı burslar ile yurt dışında okumuş ve çalışmış bir vatandaş olarak toplumuza geri ödememiz gereken büyük bir borcumuz olduğu inancıdır.

Akademinin konforu tatmin etmiyor

                Üniversitede hocalık yaparak, öğrenci yetiştirerek, kitap ve makaleler yazarak topluma olan borcumuzu kısmen geri ödüyorduk. Ancak kritik süreçlerden geçen ülkemizde özellikle kadim sorunların çözümü noktasında daha fazla çalışmak, daha fazla koşmak ve yorulmak gerektiğine inandık. Bu nedenle akademyanın konforunu bir kenara koyup aktif siyasete girme kararı aldık. Ancak gördük ki siyasete ilk girişten itibaren bazı risklerle karşı karşıyasınız. Bunlar arasında rastlanabilecek olanlar arasında ilk planda karalama kampanyası, iftira, yakıştırma ve hakaret gibi akademide pek başınıza gelmeyen şeyler. Daha önemlisi ise sizi de kuşatması ve esir alması muhtemel olan siyaset dilindeki sığlık ve samimiyetsizlik.

                Bir akademisyen olarak katıldığım tartışma programlarında kullanılan dilin seviyesine özel önem verilmesini önemsedik. Eleştiride de övgüde de duygusallık, romantizm ve ideoloji kıskacından kurtulmanın gereğine ve rasyonel bir tartışma yürütülmesi gerektiğine inandık ve böyle davranmaya özen gösterdik. Şimdilerde milletvekili aday adayı olarak katıldığımız programlarda kullanılan dil ve üslubun çok farklı olduğunu, akademideki dil ile karşılaştırıldığında polemik dilinin baskın olduğunu gördük. Kuşkusuz tartışmaların düzeyi sizi de benzer bir dil kullanmaya teşvik ediyor ve zorluyor. Buna direnmek tabi ki görevimiz.

                Seçimler yaklaşırken siyasete aday olanların yukarıdaki risklere hazırlıklı olması gerekiyor. Aksi takdirde daha siyasete başlamadan polemik ve demagoji diline savrulmaları, daha başlangıçta böylesi dil ve üslubun tutsağı olmaları olası. Yeni Türkiye’nin yeni bir siyasi dile ihtiyacı var. Bilgi ve veriye dayalı analizlerin temel oluşturduğu müzakere dilinin ve üslubunun siyasi tartışmalara hakim olması daha verimli olacaktır. Yoksa kısır döngülerden kurtulmamız mümkün görünmüyor. Umarız 7 Haziran 2015 seçimleri böyle bir sonucu da doğurur.