Kanallarının, ecdadı at üstünden indirip, ipekli entariler içinde, Birleşmiş Milletler’i andıran haremden gözüne kestirdiği hatunlarla öpüşe koklaşa yatağa sokma “hadsizliği(!)”nden sonra huzura kabul edilme şerefine nail olmuşlar, daha başka ne olacaktı ki!
Patronlarının 90 derecelik açı oluşturacak (adının dik açı olduğuna bakmayın kulağından tutup çevirdiğinizde Bekir Coşkun’un tarifiyle “ters L” nihayetinde) biçimdeki reveransıyla “emsal” olan “hiza”dan yukarı kaldırmayacaklardı tabii başlarını, laflarını!
Öyle yaptılar!
“Tiyatro” hata kaldırmaz; hepsi Mehmet Barlas kadar “profesyonel” değil tabii, zaman zaman ayak uydurmakta zorlansalar da iyi kıvırdılar.
Performansları eşit olmadığından “-ler”, “-lar”larla genellemeyelim de tek tek, isim isim değerlendirelim; hak geçmesin!

 
***
 

Oğuz Haksever:
“Aaaaaaa....”, “ıııııııı...”, “eeeee....” lerinin ve her iki, bilemediniz üç kelimede bir verdiği “düşünme molaları” nın azlığı gösterdi ki izlediğimiz yayındaki hiçbir şey spontane gelişmedi. Rol -özür dilerim kalemimden kaçtı- soru dağılımı belli ki önceden yapılmıştı. Haksever senaryo dışına çıkmamaya çalıştıkça, her şeyin “kurgu” dan ibaret olduğu iyice açığa çıktı. Hangi başlıktı hatırlamıyorum; “yeni konu”ya geçildiği bir anda “bu konuda soruyu sormayı Nermin Yurteri’ye bırakıyorum” pası, soruların ve kimler tarafından sorulacağının evvelce planlandığını kanıtlandı. “Sıradaki şarkıyı bilmem kim seslendirecek” der gibi moderatörlük mü olur!
Ha bir de Başbakan’a karşı incelikten kırılacak diye ödümü koparan Haksever, Nazlı Öztarhan’a karşı nasıl kabaydı öyle! Öztarhan sorusuna başlamışken “Ama benim bunu sormam lazım” diye kesmek saygısızlık değil mi?
Bir Erdal Şafak değildi ama az biraz daha kıkırdasa ramak kalmıştı tahtına oturabilirdi!

 
***
 

Mehmet Barlas:
Kaç kişi yukardan bakmaya çalıştıkça irtifa kaybedebilir ki!
Güya “Benim senden öğrenecek bir şeyim yok ama dur biraz sana akıl vereyim, yol yordam göstereyim” havalarında sorduğu “Öyle yapacaksınız değil mi? Böyle dersiniz değil mi?” biçimli, Başbakan’ı “onay” pozisyonuna iten soruları bile “dik” bir hava vermedi. Gözünü kırpmadan dinlediği cevapları analiz eder hali, o eli çenesinde “düşünen adam” halleri filan...
II-ıh!
Hiçbiri zevahiri kurtarmaya yetmedi.
Başbakan konuşurken bir orkestra şefi gibi iki elini havaya kaldırıp ritmik şekilde ki “İşşşşte budur” indirişi yok muydu; üç beş transfer sezonunun daha “en pahalı” oyun kurucularından olmayı garantiledi!

 
***
 

Nermin Yurteri:
En azından “vize çıkan konularda” sormayı denedi. Oldu mu dersiniz; ol(a)madı. Hele Başbakan bir iki soruya “böyle soru mu olur” havasında müdahaleye kalkışınca, “izahat”ta öyle boğuldu, sorusunu aklamaya çabalarken öyle yoruldu ki, ne tadı kaldı, ne tuzu.
“Kadın dayanışması” na inanan biri olmadığımdan orada Nazlı Öztarhan ile omuz omuza mücadele vermesini beklemesem de, Öztarhan’ı sindirmeye dönük cepheye dahil olmayı da yakıştıramadım Yurteri’ye. Tıpkı Haksever gibi, tam Öztarhan soru soracakken onu duymazdan gelerek sırasını gasp eder gibi yeni bir soruya geçmesi çirkindi.

 
***
 

Nazlı Öztarhan:
Ayıp ya!
Öztarhan’a değil; ona
yapılanlara!
Bir “Sus bakayım, sen çekil şöyle kenara” deyip program bitene kadar bir kenarda tek ayak üstünde bekletmedikleri kaldı.
Ne zaman soru sormaya yeltense ya Nermin Yurteri, ya Oğuz Haksever araya illa biri girdi. Bir çok sorusu, nezaketsiz şekilde engellendi. Gerçekten de “sorar” diye mi korktular ki?
Sırıtmadığı, kırıtmadığı için mi Öztarhan gece boyunca “meslektaşları” tarafından yok sayıldı?
Öyle ki “demokratlık” kapasitesini üç aşağı beş yukarı bildiğimiz Başbakan bile tahammül edemedi; “Nazlı sorusunu sorsun” diye “talimat” verdi de kıza sıra
gelebildi.
Ki Nazlı Öztarhan sorusuna başlamadan önce öyle derin bir iç çekti ki; her şeyi özetler gibiydi:
Olmaz olsun böyle gazetecilik!
 
Madem darbe planı, TBMM niye araştırmadı?
Cezaevinden gelen mektuplar günü gününe elimize geçemiyor yazık ki. Bazen bir hafta-on gün gecikme oluyor, bazen de olay “zaman aşımı” boyutuna ulaşıyor.
Kurmay Yarbay Mustafa Yuvanç’tan gelen mektubun başına gelen de bu.
 “Hasdal’da esir tutulan Türk Subayları” imzasıyla yazılan mektup 28 Ekim 2012 tarihli!
Yazılma nedeni, “Balyoz Planı” nın araştırılması konusunda TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu’na yaptıkları ikinci başvuruyla ilgili toplumsal destek talebi.
Malum bu süre zarfında Komisyon çalışmalarını bitirdi, nihai raporunu hazırladı ve TBMM Başkanlığı’na iletti. Yani iddia edilen “Balyoz Planı” bu araştırma sürecine dahil edilmedi.
Komisyon Başkanı Nimet Baş’ın konuyla ilgili ilk başvuruyu red gerekçesi “hukuki anlamda muğlaklık” tı. Halbuki “yargılanması(!)” na halen devam edildiğine göre aynı muğlaklık 12 Eylül ve 28 Şubat’la ilgili olarak da var sayılırdı!
Madem vaktinde yayınlayamadık, en azından “-di’li geçmiş” zamanla tarihe not düşmüş olalım Balyoz sanıklarının sorularını:
“Balyoz Davası ile ilk kez bir darbe teşebbüsü iddiası yargılanıyorsa, bu durum, bahse konu Komisyon’un araştırma konuları içine öncelikle girmesini gerektirmez miydi?
Bu çifte yaklaşım, kendi bildiği doğrular dışında doğrular aramaktan korktuğu için miydi? Yoksa herkesin bildiği gerçeklerden mi korkuldu?
Bu bir çelişki olmanın yanında, halkın aydınlanma hakkının kısıtlanması anlamına
gelmedi mi??
Eğer Komisyonun amacı “halkın gözünü boyamak” değilse, 325 kişi hakkında hüküm verilen ” Balyoz Darbe Teşebbüsü İddiası “, gerçeklere ulaşmak adına, bu Komisyon için bulunmaz fırsat değil miydi?”

(Yeni Çağ gazetesinden alınmıştır)