O gece teyzemle balkonda otururken gökyüzünde milyonlarca yıldız olduğunu gördük. Müthiş doğa olayı diye düşünüp yıldızların kaymasını izledik bütün gece. Hatta elimi uzatsam birkaçını elimle yakalayabilirdim. Hava inanılmaz sıcak, normalde püfür püfür esen balkonda rüzgârdan eser yoktu.

Teyzemle karanlıkta oturmuş uykumuzun gelmesini bekliyorduk. Bir taraftan da elimizde yelpazeler serinlemeye çalışıyorduk. Baktık olacak gibi değil, geçip yatalım dedik. Ben cam kenarına çekyata serilmiş yatağıma uzandım. Teyzem de diğer çekyatta yerini aldı.

Üfleye püfleye sanırım o uyumuştu. Ben güneşliği hafifçe aralayıp sokak lambasından süzülen ışıklarla beraber, son zamanlar yaşadıklarımı düşünüyordum. Oraya sürgüne gelmiştim ne de olsa. Babamla on beş gündür konuşmamış, bana küs olmasını yüreğimde bir türlü sindirememiştim. Annemle de toplasan toplasan iki kelam etmiştik. Konuşması da buz dolabı gibi, insanın içini ürpertiyordu. Ne yapmamı beklemişlerdi, sorumluluk alıp eve ekmek getirmemi mi? Daha on altı yaşındaydım, ergendim ve yaşadıklarımı hiç hak etmemiştim.

Böyle düşünürken içim geçmiş olacak ki, o müthiş kulakları sağır eden gürültü ile uyandım. Uyku sersemi koskoca bir tırın bizim mahalleden geçmeye çalıştığını düşündüm. Sonra teyzemin çığlığı ile gözlerimi açtım. Bina öyle sarsılıyordu ki ayağa kalkmaya çalıştıkça yatağa devriliyor, bir türlü oturamıyordum bile. Tam ayağa kalktığımı hissettiğim anda dizlerimin üzerine şiddetle düştüm; önüme de teyzemin kuşu Boncuk’ un kafesi. Oradan çıkamıyordum, çığlık atsam da kimsenin beni duymadığının farkındaydım.

En sonunda teyzem devrile devrile yanıma kadar ulaştı ama, nafile ikimiz de ayağa kalkamıyorduk. Anneannemin koridorda bize ulaşmaya çalıştığını hatırlar gibiyim. Gürültü ve sarsıntı durunca teyzem kafesi ayağa kaldırdı. Bende o korkuyla, bir teyzeme bir anneanneme sarıldım. Dedem balkona fırladı ne olduğunu anlamak adına. Ama herkes ellerinde fenerler sokağa çıkmaya başlamıştı.

Apartmandan ‘herkes daireleri boşaltsın’ çığlıkları yükseliyordu bile. Balkona çıkıp gözlerimi gökyüzüne çevirdiğim de o muhteşem görüntü ile karşılaştım. Bütün sokak lambaları sönmüş olmasına karşın, yıldızlar ve ay her yeri aydınlatıyordu. Şimdi de yıldızlar öyle yakınlardı ki, biz size yolunuzu göstereceğiz der gibilerdi.

Uzaktan sinyalleri ile bir polis arabası göründü ve memur, evleri boşaltmamızı istedi. Pijamamızla apar topar çıktığımızda, korkuyla yarı çıplak sokağa çıkmış insanlar vardı. Herkesin suratından korkuları okunuyordu. Ne yapacağımızı bilemez halde okul bahçesine doğru yürüdük.

Yerlere oturamayacağımız için köşedeki gazete bayisinin önündeki gazete balyalarını alıp, önce büyüklere dağıttık ve sonra bizde bir köşeye geçip oturduk. Yüz yaşına yaklaşmış olan büyükannem, hayatında ilk defa bu kadar şiddetli bir deprem yaşadığını belirtiyordu. Beynim donmuş gibiydi, sesleri duyuyor ama cevap veremiyordum. Ne düşüneceğimi, neye odaklanacağımı şaşırmıştım.

Kim nerden buldu ya da biri arabasının radyosunu mu açtı bilmiyorum ama, şu haberi ulaştırdı bize “Deprem İstanbul’da oldu!”. Ailemin büyük bir bölümü oradaydı. Biz bu kadar şiddetli hissettiysek, ya İstanbul! Sanırım anneannem “Üzülme sen, bir şeyleri yoktur” dedi.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir sarsıntı daha yaşadık. En az diğeri kadar şiddetli olduğu için yerde bir santimetre genişliğinde yarık açıldı. Oturduğum gazete balyalarının altından geçtiği için bir anda ayağa fırladım. Herkes şaşkınlıkla, şokla ve korkuyla dualar ediyordu.

Hava aydınlanmaya başlamış ve gerçekler şehrin bir ucunda olan bizler için gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Dayımların evinin olduğu bölgede yıkımların olduğu haberi geldi. Teyzemle daha fazla duramadık ve gidip iyi olup olmadıklarına bakmaya karar verdik. Yolda giderken gördüklerimiz, duyduklarımız ve yaşadıklarımız bizi dehşete düşürüyordu.

Evler iskambil kağıtları gibi yıkılmış, eşyalar, yataklar, perdeler sokaklara saçılmıştı. Sitede oturan bir adam yatağıyla beraber sokağa savrulmuştu. Dayımların evinin oraya vardığımızda ortalık kıyamet gibiydi. Onların evleri sağlam ayakta duruyordu ama, çevresindeki tüm evler yerle bir olmuştu. Ortak tanıdıktan şükür ki iyi olduklarını öğrendik. Bulundukları bölge yerle bir olduğu için sahil kesiminde bir alanda toplanmışlardı.

Evlerinin karşısındaki binanın altında fırın vardı. Dumanlar tam da o bölgeden yükseliyordu. Kafamızı nereye çevirsek sağlam tek bir bina yoktu. Bazı enkazlardan kollar sarktığına, çığlıklar yükseldiğine şahit oluyorduk. Nefesimin kesildiğine yemin edebilirim. Oradan uzaklaşmak istedim. Şimdi olsa bir dakika bile düşünmeden enkazın içine dalar ve kurtarabildiğim kadar kişiyi canlı çıkartmaya çalışırdım.

O gün oradan uzaklaşmak doğru gelmişti. Bütün bu olanları gözlemleyip, yaşayıp ve ortamdaki o ağır kokuya şahit olduktan sonra, ailemin hayatta olamayacağını düşünmeye başlamıştım.

Yasak olmasına rağmen üzerimizi değiştirmek için eve girdiğimizde, evin içindeki eşyaların değişik yerlerde olmasına şaşkınlıkla bakakalmıştık. O kocaman tüplü televizyonun salonun bir ucundan diğer ucuna gelmiş olması gözümün önünden hala gitmiyor. Vitrindeki fincan takımlarının ve bardakların yarısından fazlası kırılmıştı. Açıkçası hiçbir eşya olması gerektiği yerde değildi.

Sırt çantama birkaç parça eşyamı alıp, teyzemle okul bahçesine geri döndük. Gördüklerim, yaşadığımız o korkunç anlar beynimde dönüp durdukça delirecek gibi oluyordum. Elimi çantama attım ve o ortamdan uzaklaşmanın en kestirme yolunun kitap okumak olduğuna karar verdim. Elim cüzdanıma takılınca bütün aileme ait fotoğrafların olduğu aklıma geldi. Herkesin vesikalık resminin durduğu plastik kabı çıkarıp, tüm resimleri betona sermeye başladım.

Babamdan anneme, teyzemlerden eniştemlere, kuzenlerimden dayıma, yengemlere kadar herkes gözümün önündeydi. Gözyaşlarım betonu sulamaya başladığında, oradan uzaklaşıp tek başıma kalmak istedim.

Öğlen sıcağı iyice yakmaya başlamıştı güneş altında dolaşamazdım, en iyisi gölge bir yer bulup oturmaktı. Gözüme otobüs durağını kestirdim. Araba geçmiyor, bırakın tek bir insan bile geçmiyordu. Çünkü herkes yardım için ya da meraktan yıkımın olduğu bölgelere gitmişlerdi. O an tek düşündüğüm ben yaşıyorum ama ya annem ve babam öldüyse ben ne yapacağım.

Kafamı bir sağa bir sola çevirip bakarken, uzaktan babamın geldiğini gördüm. Gördüğüme inanamayıp hatta hayal gördüğümü düşünüp, kafamı sallayıp yeniden baktım. Evet bu gelen babamdı. Yanında da eniştem vardı. Yerimden fırlayıp, olanca hızımla o yöne doğru koştum.

Gözyaşları içinde boynuna sarıldığımda, “Yaşıyorsunuz” diye çığlık attım. İkimiz de gözyaşları içindeydik ve küslüğümüzü, kırgınlıklarımızı unutmuştuk. Ölüm karşısında, küslük ve kırgınlık sanırım anlamsız kalmıştı. Herkesin iyi olduğunu öğrendim. Babamın koskoca Marmara Denizi’ni hem de o kadar büyük bir deprem sonrası, küçücük zodyak botla, benim için geçmesi sevgi göstergesi değil de neydi? Beni de aldı o botla biz tekrar evimize döndük…

Deprem korkusunun ne demek olduğunu çok iyi bilirim…

Yıllar boyunca saat 03:02’ye kadar uyuyamamanın ne demek olduğunu çok iyi bilirim…

Sevdiklerinden endişe etmenin ne demek olduğunu çok iyi anlarım…

Güzel İzmir’im sizi çok iyi anlıyorum ve siz uyumadıkça ben de burada uykusuz geceler yaşıyorum.

Her enkaz altından sağ çıkan depremzede ile yeniden doğan ümitlerinizi kilometrelerce uzaktan paylaşıyorum.

Allah binlerce kere razı olsun enkazların başında saatlerdir canla başla çalışan görevlilerden.

Umutlarım, dualarım ve güzel enerjilerim sizlerle…

Körfez depremini unutmadığımız ve anıtlaştırdığımız gibi, bu depremi de unutmayacağız. Yolunuz düşer ise Yalova’daki deprem anıtını gezmenizi tavsiye ederim. Orada hala belirsiz ve kayıp çok isim var.

Bir de yazımı sonlandırmadan söyleyeyim, deprem öldürmez bina öldürür!

Şimdi kalın sağlıcakla ve sarılın sevdiklerinize, sevip sevilmeyi hak ediyorsunuz…

Saygılarımla,

Elif Kabakçı / 01.11.2020