Gezimiz devam ediyor.. Geride bıraktığımız Gaziantep’den sabah 6.30 gibi ayrılıyoruz. Gün yeni ışıyor..Ortalık gece yağan yağmurla ıslak, üşüyoruz.. Otobüsümüz asfalt yollardan kayıp, gidiyor.. İlk durağımız Birecik yakınlarındaki , dünyada sayıları tükenen Kelaynak kuşlarının üretme çiftliği..

Kuş çiftliğine başlamadan Birecik’ten bahsetmek istiyorum.Bozkır ortasında, gri, boz renkli, yeşilliği az bir yer.. Ancak GAP projesi kapsamında inşa edilen barajlarla su buraya da hayat vermeye başlamış..

Evet gelelim kelaynak kuşlarına.. Her sene Madagaskar adası, Yemen, Mısır, Etopya kaynaklı bu kuşlar Türkiye’ye de geliyorlar göç mevsimi.. Birecik yakınındaki kelaynak heykelleriyle süslü bir yoldan üretme çiftliğine varıyoruz.  Sadece kuşlar değil, yavru sevimli köpekler bizi karşılıyor.. Siyah, kargayı uzaktan andıran eşi benzeri bulunmayan kelaynak kuşları etkili bir çalışmayla bu merkezde üretiliyor.. İlgililer şimdilik 105 kuşun bulunduğunu söylüyor. Parmaklıklar arasındaki kafeslerinde kuşları izliyoruz. Doğanın tek eşli tek kuş cinsine veda edip, Halfetiye’ye doğru yol alıyoruz..

Halfeti, Atatürk barajının suları altında kalan bir yerleşim beldesi.. Yeni Halfeti, birkaç kilometre uzakta. Dağ bayırlarında kurulu yeni merkezde 10 bin kişinin yaşadığını, eski Halfeti’de ise 500-600 kişinin yaşadığını öğreniyoruz rehberimiz Hakan Öztürk’ten.. Ve eski Halfeti’ye vardığımızda, geride bıraktığımız adı “Yeni” ancak, görüntüsü eskiyi aratan beldedekilere üzülüyorum.  Nefis bir manzara, Fırat nehri önümüzde sakin sakin , uslu uslu akıyor.. Hava limonata gibi.. Sabahın 8’i olmasına karşın, gökyüzü masmavi, tek bir bulut yok.. Ancak cami ve minarenin , evlerin sular altındaki görüntüsü hepimizin tüylerini ürpertiyor..Sanki bir film platosu karşımızda.. Ve biz de ziyarete gelmiş gibiyiz.. Suyun ortasındaki çay bahçesine ilerliyoruz. Su devamlı yükseldiğinden bahçeye konulan iskemleye çıkarak varıyoruz iskeleye. Etraf yemyeşil.. Beldedeki birçok ağacı sökecekleri yerde, yerinde bırakıp gitmiş toprak sahipleri. Sular altında sanki ayrı bir şehir yaşıyor. Ağacıyla, eviyle, damıyla, bahçesi ve  bostanıyla..

Karşımızda, İngiltere’deki Dover sahil kentinin cetvel gibi düz, beyaz kayalıkları duruyor sanki.. “White cliffs of Dover “ yerine “Halfeti’nin Beyaz Kayaları”..

Kahvaltımızı ederken güneş de yükseliyor ve ısınıyoruz.. Su üstünde kahvaltımız, kahve molasıyla biterken, gelen motor sesiyle bu kez nehir üzerindeki yolculuğumuza çıkıyoruz..Bir göl görünümündeki su, boğumları birer birer çözülen eşsiz bir ırmağa dönüşüyor.. Fırat’ın muhteşem görünüşü hepimizi büyülüyor.. 

Fırat’ın suları akar serindir

Suyun rengi, tam su yeşili denen cinsten.. Uzakta görünen kaleye yaklaşıyoruz, manzara daha da bizi sarıp sarmalıyor.. Rum Kalesi burası.. Asurlardan kaldığı söylenen bu kalede, Hz. İsa’nın havarilerinden Johannes’in İncil’in müsveddelerini kopya ettiği rivayet ediliyor..2 bin yıllık tarihi olduğu tahmin ediliyor. Halfeti’nin bir başka köyüne varıyoruz. Orada da sular altında bir çay bahçesi ve orayı işleten karı-koca bizi karşılıyor.. Burası daha da batmış. Caminin binası ve ilk sıra evlerin hepsi su altında. Caminin sadece minaresi, o da yarı yarıya suda görülüyor. Bir amca evini bırakamamış. Yeni ve eski Halfeti arasında mekik dokuduğunu söylüyor. Evler terkedilmiş..2000 yılından bu yana köy boş. İncir ağaçları meyve yüklü.. Patlıcanlar bostanda.. Dağ yamaçlarındaki mağaralara terkedilmiş. Etrafta çıt yok.. Kuş sesini arıyoruz, o da yok..

Motorumuzun gürültüsü etraftaki sessizliği yararak yoluna devam ediyor. Burası siyah gülüyle ünlü. Sonbahar olmasına rağmen tek tük görüyoruz. Tarih boyunca Pers Krası Darius ve İskender tarafından Rum kalenin fethedildiği biliniyor. Roma, Bizanslılar, Selçuklu ve Memluklular buradan gelip geçmiş.. Tarihi konusunda 2 bin yıllık diyenler var, ancak gerçek tarihi 7 bin yıl öncesine kadar gidiyor. Kale, savunma ve su yolunu koruma amacıyla yapılmış..

Batık köyü, kaleyi yeniden geçip, geldiğimiz yere eski Halfeti’ye dönüyoruz... Nehir kıyısında sırtlarda hummalı bir inşaat görüyoruz. Buraya büyük bir otelin ve havuzun yapıldığını öğreniyoruz.. Eski Halfeti’ye yeni adet yolda.. 

Muhteşem manzarayı ve gözlerimizle görüp, inanamadığımız sular altında kalan bir kenti geride bırakıp, Adıyaman, Kahta yoluna giriyoruz..

Ama bu arada yolumuz üstünde dev Atatürk Barajı var.. İki saat sonra oraya varıyoruz.. Halfeti Şanlıurfa’ya, Rum Kale Gaziantep’e, Atatürk Barajı ise Adıyaman il sınırlarında.. Birkaç saat diliminde 3 ilimizden geçiyoruz coğrafik olarak..

Atatürk Barajı girişinde, bizi yapımı 10 yıl süren ve 1992 yılında açılan baraj yapımında ölenler anısına yapılan bronz yapıt karşılıyor.. Kadın erkek ölenlerin isimleri. Resmi rakam 24..Ancak gerçek ölü sayısının 94 olduğu söyleniyor. Türkiye elektriğinin üçte birini sağlayan Atatürk Barajı gözetleme yerindeki manzara hepimize “ Müthiş” dedirtecek cinsten.. Masmavi su, çağlayan gibi akan Fırat, bölgeye hayat veriyor..Dünyanın en büyük barajından biri ve Harran Ovasının elektri ği buradan veriliyor.. Yüzde 99’ı da Türk mühendislerinin emeği. Göğsümüz gururla kabarıyor. Manzaraya karşı çay içiyoruz ve yeniden yola koyuluyoruz.

Yolumuzun üstünde Adıyaman ve 15-20 dakika sonra Kahta..

Adıyaman, sevgili arkadaşlarım Nilgün ve Mahmut Bilgiç’in memleketi.. Onlara mesaj atıyorum. Modern görünümü, dev hastane ve üniversitesi ile bizi şaşırtıyor. Adıyaman. Derli toplu bir şehir..

Şaşkınlığımız Kahta’yı görünce daha da artıyor.. Sanatçı türkücü  Kahtalı Mıçı ile adını duyduğumuz bu ilçenin modern görünümüyle hayretimiz daha da büyüyor. Bu hayret, memnuniyet verici bir hayret. Bu arada geçtiğimiz, gittiğimiz her kentte havaalanı bulunduğunu  hemen belirteyim..

Adıyaman’ın 40 bin yıllık tarihi olduğu söyleniyor.. Türkiye’nin petrollerinin büyük kısmı buradan çıkıyor. Etrafta fazla petrol kuyusu görmüyoruz.. 

Ve Kralların Dağı Nemrut 

Adıyaman ve Kahta’Yı geride bırakıp, Nemrut yazılı yola giriyoruz.. Dağlara tırmanıyoruz yavaş yavaş.. Yol üzerindeki köyde yemek molasından sonra ver elini Nemrut.. Herkesin heyecanı doruk noktasında.. Neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Bir tırmanıştan bahsediliyor, tepenin yüksek olduğunu biliyoruz, ona göre kazak ve ceketlerimizi giyiyoruz.. Dağın tepesine yürüyerek çıkacağız.. Ve Jandarma koruması altındaki son araçla gidilen noktaya varıyoruz..

Başımı kaldırıp bakıyorum.. Minicik kalmış insanları yürürken görüyorum uzaktan.. Aman allahım oraya nasıl ulaşabiliriz diye düşünüyorum.. Katırlar, yürüyerek çıkamayanlar için sürücüleriyle birlikte bekliyor.. Gurubumuzdaki bazı arkadaşlarımız çıkmama kararı aldıklarından, sıcacık kafeteryaya gidiyorlar.. Biz de “bismillah” deyip yola koyuluyoruz.. Herkes tek başına.. Başka grupları da görüyoruz. Yaşlısı, genci, çocuğu, babalarının omuzlarında.. Dik bir yokuşu, merdivenli düşünün.. Çıktıkça önce nefes nefese kalıyorsunuz, ter basıyor.. Nefesiniz tükeniyor.  Yarı yolu geçtikten sonra yola devam edemeyecekler, sık sık yol üzerindeki demir banklara oturup, soluklanıyor.. Fireler verilmeye başlıyor..

Katıra binenler, kırk yıllık kovboy gibi, dik çakıllı yolun en kenarında görevlilerin yardımıyla ilerliyor.. Katırla tepeye çıkış 40 T.L.. Arkadaşlarım pazarlıkla çıkış-inişi 40 liraya hallettiler.. Ben ter içinde sırıl sıklam yoluma devam ediyorum. Oksijen zirveye tırmandıkça azalıyor. Ancak yarı yoldan sonra yolculuk kolaylaşıyor.. Bir bakıyoruz ki zirvedeyiz.. İnanamıyorum..Herhalde yarım saattir tırmanıyorum..Nemrut Dağının yüksekliği 2150 metre.. Eh tırmanışı da biraz zahmetli, ama inanın yorulmaya, terlemeye, sonra üşümeye değiyor..

Karşımda bir tümülüs..Yani mezar.. Kommagene Kralı 1. Antiacos’un yaptırdığı  mezar ve fotoğraflarını gördüğümüz tanrı heykelleri karşımızda.. Önce doğruyu söylemek gerekirse hayal kırıklığına uğruyorum..Ben dev heykeller beklerken, karşımdakiler 1- 1,5 metrelik başlar.. Kaideleri ise daha yüksekte.. Heykeller,  yıllar içinde kırılmışlar veya indirilip, zemine konmuşlar..Başlarla kaidelerin yükseliğinin  7 metreye ulaştığı biliniyor. Bu bölge Milli Park ve 2002 yılından bu yana koruma altında.. Heykellerin dağın daha alt yamaçlarına indirilip, korunmaya alınacağı, repkikalarının da dağa yerleştirileceği basında yer aldı. Bunu zaman içinde göreceğiz.. Dağın Doğu terasında da heykeller devam ediyor.. Ve geldiğimizden daha kolayca, kararan havada hızla aşağıya iniyoruz..

Heykellerin birçoğu kırılmış, dökülmüş.. Tellerle yaklaşılmasına izin verilmiyor.. Göklerin kralını simgeleyen kartal  ile yerlerin kralını simgeleyen aslan heykelleri, tanrı heykellerinin iki yanında.. Biz önce Batı terasına varıyoruz.. Tepe soğuk.. Güneşin batış saatinde oradayız, ancak bulutlardan güneşin batışını tam izliyemiyoruz. Buradaki güneşin doğuş ve batışının, dünyanın en güzel olduğu kabul ediliyor.. Güneşin kızıl ışıklarını görüyoruz..Hepimizin poz poz fotoğraf çektiriyoruz. Oraya vardığımızın mükafatı bu fotolar.  Dünyanın 8’inci harikası ilan edilen, UNESCO’nun kültür mirası listesine aldığı Nemrut Dağının tepesindeki tümülüs, 50 metre yüksekliğinde, 150 metre çapında. Bugüne kadar  Kral Antiochos’un mezarına girilememiş.. Mezar binlerce yıllık gizemini koruyor..

GAP Turunun en unutulmaz anlarından biri de Nemrut Dağı oldu.. Halfeti’den sonra aynı günde bu gizemli dağa tırmanmak, tanrı heykellerini görmek hepimizi onca yorgunluğumuza rağmen diriltmeye yetti..Ve geldiğimiz yoldan Kahta, Adıyaman üzerinden bu kez Şanlıurfa’ya gitmek üzere yola koyulup, 2,5 saat sonra Peygamberler kentine varıyoruz..

Yarın_ Peygamberler şehri Urfa.. Meşhur Balıklı Gölü.. Dillere destan Harran Ovası..