Osmanlı dünyasında çıkan salgınların İzmir ile hep yakından alakası olmuştur. Salgınların merkezi hemen hiçbir zaman İzmir değildir ama en çok ve nerdeyse her zaman etkilenen şehirdir. Bunun nedeni gavur olmasıyla alakalı değildir. Neden sadece liman şehri olması ve ticaret hacmindeki yeridir. Bu önemi Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıpları yaşayarak diğer liman kentlerini kaybetmesiyle daha da artmıştır.

1900 yılında Nisan ve Eylül ayları baş gösteren veba salgını İzmir ve Batı Anadolu’da büyük bir korku ve endişeye sebebiyet verir. Hastalığa yakalanan ve ölümle sonuçlanan vaka sayısı az olmasına rağmen karantina kordonunun geniş tutulması, süresi, belirsizlik ve işsizlik esas sorun olmuştur. Kurban Bayramı’ın da Nisan ayı başına denk gelmesi kutsal topraklardan hacı kafilelerinin geri dönüşü zamanına rastlar ve bu durum da salgının yayılmasına ve tedbirlerin sıkılaştırılmasına sebebiyet vermiştir. Hem deniz ve hem de kara yolu girişleri durdurulur, liman çalışanları salgından ziyade açlıkla baş etmek zorunda kalır, iç bölgelerden tarım ürünü sevkiyatı yapılamadığı için ihracat geriler.

O günlerdeki İzmir gazeteleri, ‘Fabrikalar idlahat’ı azimeye, alem-i ticaretimiz sekteye, ihracat kabil-i tahmin bir zarara maruz, hariçle münasebetimiz kesilir, umur-ı ticariye külliyen sektebar olub, amele güruhunun ızdırabı ve açlıktan feryadda’ haberleriyle çıkar. Liman dahilinde hiçbir vapur görülmez. Karantina tedbiri yüzünden ziraat, ticaret ve hazinenin zayiatının had ve hesapsız olduğu bilgisi İzmir Valisi Kamil Paşa tarafından Yıldız Sarayı’na gönderilerek karantina uygulamasının gevşetilmesi talep edilir.

Avrupalı konsoloslar da daha önce karantina standartlarının oluşturulmasında gevşek ve bilinçsizlikle eleştirdikleri yerel makamları şimdi de karantina uygulamasının gereksiz yere pek çok ili kapsadığını, ekonomik faaliyetlerin ve ticaretin durma noktasına geldiğini belirterek raporlar hazırlarlar.

Bu salgınla beraber karantina teşkilatı, önlemler, İzmir’in çok uluslu yapısı ve Urla’daki Klazomen Tahaffuzhanesi yani ‘Karantina Adası’ gündeme gelmiştir. 1860’lı yıllarda Fransızlar tarafından yapılan bu kompleks aslında bölgenin dünya ticareti için ne kadar önemli olduğunu ve yoğun giriş çıkışlar sebebiyle salgınlara açık olduğunu da göstermektedir. Çünkü ticari temasın artması salgınları da beraberinde getirir. Ada da dünyada az sayıdaki karantina adalarında biridir. Farklı zamanlarda olsa de Venedik, Dobrovnik, New York ve İzmir…çeşitli zamanlardaki salgınlarla mücadele etmek için kullanılan ve bugün pek çoğu müze olarak kullanılan kompleksler.

Urla Adası da bu Karantina Tedbirleri kapsamında hem ticaret ve hem de özellikle haç yolları güzergahındaki yolcu gemilerinin durak yeri ve salgını önleme tedbirleri amacıyla oluşturulan bir dezenfektan ve sterilizasyon merkezidir.

Bizlere bugün ev hapsi zor gelirken 1900 yılındaki Veba Salgını ile tekrar faaliyete geçirilen karantinahane şartlarını İzmir Asker Hastanesi Başhekimi Faik Paşa ‘erbab-ı sefalet, ve ihtiyacın ikamesine tahsis edilmiş ekser oldası mezar-asa taht-ı elzemin açılmış, ziya ve havadan mahrum, dar, ratıb-ı murdar, kümes kabilinde’ diye tanımlar.

İyileşince bu adayı gezmek uygun olur… herkesin karantinaya alındığı, muayene sonrası 3 günlük bekleme süresinin geçirildiği yerleri, hastaların sabırsızlıkla iyileşmeyi beklediği hücreleri ve elbette hayata tutunamayanların ebedi istirahatgahı olan adanın arka tarafındaki mezarlığı…

Dünya bir daha aynı olmayacak deniyor ya şu günlerde…hiçbir salgından önce aynı olmamıştır aslında. Ama İzmir ve Urla’nın Karantina Adası…hala daha fevkalade havası, denize bakan Fransız binaları ve estetik kaygısından yoksun müteahhitlerin çekim alanına girmemiş ve işgaline maruz kalmamıştır.

O halde bu yaz yeniden İzmir’e sürmek, sıcağıyla bunalmak ve imbatın imdadımıza yetişmesiyle serinlemek, Urla’ya varmak ve Karantina Adası’nın bir ağacının altından denizi seyretmek dileğiyle…ama şimdi EvdeYaşamaTutunmaZamanı!