Geçenlerde Zeliha’ya rastladım. Üç ve yedi yaşlarında iki oğlu, on dokuz yaşında bir kızı varmış. Yolda görünce heyecanlandım birden.

Ayak üstü beş dakika konuştuk. Çocukların ellerinden tutuyordu. Kızı kolejdeymiş.

Büyük oğlunun saçları siyah ve kıvırcık, teni kumral renkte, gözleri kara, kaşları ince, yanakları da gamzeliydi. Aynı annesine benziyordu. Küçük ise tam zıddı idi. Altın saçlı, yeşil gözlü, beyaz tenli, çalımsız gibi incecik bir bedenle hem etrafa bakıyor, hem de diğer elinde külahta bitmek üzere olan dondurmasını, hızlı hızlı yiyordu. Bir an önce gitmek ister gibi yerinde duramıyordu. Göz göze geldik. Utandı, annesinin arkasına döndü, birazcık saklandı. Tebessüm ettim. Fazla alıkoymak istemedim. 1974 Kıbrıs çıkartmasında Gazi olan dedesi koymuştu ona Gazi adını. Büyüğün adını ise, Zeliha ile eşi, Mustafa koymuşlardı. Mustafa da annesinin ceketini çekiştiriyordu. Belliydi, gitmek istiyordu. Bize davet ettim, “Hafta sonu bize gel çocuklarla.” dedim. Sarıldık, yanaktan sosyete usulü öpüştük ve farklı istikâmetlere gitmek üzere ayrıldık.

Zeliha da benim gibi saçlarının uçlarını sarıya boyatmış, üst kısmını kül rengi yapmıştı. Kara gözleri konuşurken hep parlıyordu. Hatta konuşurken gözlerinin içi gülüyordu. Yüzünde hafif bir makyaj ve her tebessümünde beliren çifte gamzesi vardı. Üzerinde ise açık mavi, dar kesim bir pantolon; kemik rengi düz dolgu ayakkabı; beyaz buluz; krem bir ceket; boynunda mavi-çiğ sarı renkte çiçekli bir fular vardı. Saçları topuzdu. Tırnakları manikürlü, kumral teni ise ışıldıyordu.

Bense, elbise ve ceket arasında sarılmış, bağlı saçlarımla, yüksek ökçelerimin arasında kaybolmuş gibiydim. Tek canlı renk dudağımdaki pembe ruj ve elimdeki yeşil çantamdı. Güneşten fazla bronzlaştığım için tenim de dahil elbiselerim hep siyahtı. Zeliha’yı görünce dünyam resmen canlandı. Rengarenk oluverdi. Pozitif enerjinin hakimiyeti, adli tıp hizmetinde ve avukat olan ben için daha bir önemliydi. Ciddilik için bir an da olsa mola vermek, renklerin sadeliğiyle yakalanan bir tutam huzur ve mutluluktu. Zeliha’yı görüş...

Biraz sonraki davam ise Manchester merkezdeki küçük mahkemedeydi. Ana otobüs durağının orada, süpermarket ve küçük restoranların üzerindeki katta... yani o tarihi binada!... Yüksek ökçelerle koşa koşa gittim. Elimde dosyalar, diğer taraftan çalan cep telefonu....Ve nihayetinde yetiştim davaya...

Bir anneyi savunuyordum. Bir kardeşi, hatta bir evladı savunuyordum. Taş yürekli olması gereken; sır küpü olan bizler, umuttuk yardım bekleyenlere! Ama kardeş kazanmak, evladı ve eşi kazanmak mutluluğun en güzeliydi. Güveni tazelemek, sevgiyi onlarca insanın huzurunda hissetmek daha bir zor ve güzeldi. Gözlerden düşen mutluluk yaşları, imzasıydı o güzelliğin. Evlatların, ana babasına sarılıp koklaması, belki de paha biçilmezdi. O annenin gözlerindeki yalvarışın karşılık bulması; kardeşin kucağını açması ailesinin genişliğini, mükemmelliğini bilmesi ayrı bir güzeldi. Hakimine varana kadar salondaki herkesin ağlaması da nedir? Mesleğin en zor bölümü ağlamamak! Gel de ağlama... Bu gün Gazi gibi dondurmayı tutmak istedim, Zeliha gibi dolaşmak istedim. Sevgiye hasret aileler vardı; salon yine yıkıldı mutluluktan biraz önce. Hakim bana ben de kardeşe teşekkür ettim. Çaba harcayıp mutluluğun varlığını gördüğü, sürdürdüğü için!

Kardeş candır; evlat candır; eş bambaşkadır. Sevda yuvadadır!

Eve gidiyorum. Yoldayım. Mavi pantolon giymek istiyorum. Dondurma yemek istiyorum. Annemi ve ailemi, yanımda istiyorum. Koşarak gidiyorum, koşarak! Hafta sonunu dört gözle bekliyorum.

Kaşlarını çatma öyle

Bakan gözlere söyle

Dil başka, gönül başka

Yanar durur sevdaya

El koşmak ister aşka

Kokusundaki cana

Gamzedeki manaya

Döner durur anlaya

Hülyam der ki, sen ben ol

Kapındakini sev, ol

Gelmez bir daha, eş ol

Yüreğini aç, gül ol

Hülya Kars