Hrant’ın öldürüldüğü gün Nişantaşı’nda bir kafede oturuyordum...

Oturduğum yerde bir süre öylesine kalakaldığımı hatırlıyorum...

Ne düşüneceğimi ne söyleyeceğimi bilemedim...

Düşündükçe “delirecekmişim gibi” geliyordu...

Hrant’ı yakından tanımazdım...

Yakın bir arkadaşlığın, sıcak bir samimiyetin tezahüründen çok, olayın Türkiye açısından taşıdığı korkunç boyutlara bakmaktaydım...

Ermeni azınlığın fikir önderlerinden birisi İstanbul’un ortasında güpegündüz öldürülmüştü...

***
Dünyanın nasıl ayağa kalkacağı gözümün önüne geldikçe içime afakanlar basıyordu...

Türkiye, “Ermeni Soykırımı” yoktur diye elaleme meram anlatmaya çalışırken, “2000’li yıllarda İstanbul’un göbeğinde Ermeni azınlığın fikri liderlerinden birinin suikast sonucu öldürülmesini” nasıl izah edecekti acaba?..

Avrupa ayağa kalkmayacak mıydı?..

Dünyadaki Ermeni diasporası “Biz dememiş miydik Türkler böyledir işte” diye tamtam çalmayacak mıydı?..

“Bunlar 2000’lerde fikirlerine tahammül edemedikleri bir Ermeni vatandaşı bile öldürüyorlar... Sonra da kalkmış 1915’te jenosid olmadı diyorlar kim inanır bunlara?..” demeyecekler miydi?..

Bu işi yapanlar bir insanı katletmekten de öte, nasıl bu kadar büyük bir ihanetin içinde olabilirler diye düşünüyordum...

Cevabını bir türlü veremediğim bir soruydu bu...

***
Dün mahkeme bittiğinde gördüm ki “Suç; örgütlü bir suç değilmiş... Aklına esen bir gencin, düşmanlıkla bezenmiş bir iklimin yarattığı zeminde giriştiği bireysel bir terör cinayetiymiş!, Hrant Dink suikasti!..”

Türkiye’yi baştan aşağı karıştıracak, bütün taşları altüst edecek, dünyada korkunç bir infiale yol açıp, bizi yalnızlaştıracak, her şeyi kökünden değiştirecek eylem bir gencin kafasından çıkan bireysel bir terör cinayetiymiş!..

Hayat bana yavaş yavaş hiçbir şeyin bireysel bir eylem olmadığını göstermeye başladı...

Eskiden bu derece komplo teorilerine inanmazdım...

Hayatı yudum yudum yaşadıkça, büyük olaylar arasında akla hayale gelmeyecek bağlantıları gördükçe, artık görünen aktörlerden çıkıp görünmeyen aktörlere yöneliyorum...

***


Önümüzdeki günlerde daha neler çıkacak neler?..

Hayat bana yaşadığımız şeyleri yaşamamızın nedeninin; bilmediğimiz ve görmediğimiz şeyleri bize göstermek ve öğretmek olduğunu çoktan farkettirdi...

“Bu da nereden çıktı” dediğiniz her şeyi yaşamanızın mutlaka “hayırlı” bir nedeni var...

Elbette mahkemenin kararıdır saygı duyulmalıdır...

Fakat nedense benim kalbim ve bütün hücrelerim Hrant’ın iki gencin bireysel düşmanlığının çok ötesinde derin nedenlerle öldürüldüğünü söylüyor...

Böylesine dünya çapında bir cinayet, Mehmet Ali Ağca’nın Papa’yı “Tek başıma vurdum... Arkamda kimse yoktu...” demesine benziyor...

Mahkemenin kararı hukuki...

Hayat ise hukukun çok ötesinde “derin” anlamlar taşıyor...

O derinliklerin dehlizinde sörf yapmaktayım şimdi...

****
KÜÇÜK KIZIN YILBAŞI HEDİYESİ...

Maddi durumu iyi olmayan bir ailenin tek çocuğu olan küçük kız yılbaşına birkaç gün kala, babasının kendisine defterlerini kaplamak için aldığı defter kabı ile boş bir kutuyu kaplıyordu...

Akşam işten eve dönen ve merhaba demek için kızının odasına giren baba kızının defter kabı ile kutuyu kaplamaya çalıştığını görünce çok sinirlendi...

“Kızım sen ne yapıyorsun, defter kabını neden ziyan ediyorsun” diye çıkıştı...

Küçük kız çocuğu masum bir bakışla babasına bakarak “hediye paketi hazırlıyorum babacığım” dedi...

Baba yine sert bir ifade ile maddi durumlarının iyi olmadığını ve bir gün eğer defter kabına ihtiyacı olursa tekrar satın almayacağını söyleyerek odadan çıktı...

Yılbaşı gecesi gelmişti...

Baba ve anne odada otururken küçük kız günler önce defter kabı ile hazırladığı hediye paketini getirip babasına uzattı “babacığım bu senin için” dedi...

Baba biraz şaşkın ve daha önce kızına kızmış olmanın mahcubiyeti ile kutuyu aldı ve özenle açtı...

Bir de ne görsün; hediye paketinin içindeki kutu boştu...

Bu defa biraz daha öfkelendi ve kızına bağırarak “eğer ki birisine hediye veriyorsan kutu boş olmamalı” dedi...

Küçük kız hıçkırıklarla ağlamaya başladı ve “ama babacığım o kutu boş değil, ben içini öpücüklerle doldurdum senin için” dedi...

“Orada benim yüzlerce öpücüğüm var...”

***


Baba kutuyu aldı ve bir kenara koydu...

Aradan birkaç gün geçti ve küçük kız okuldan dönerken kendisine çarpan araba ile hayata veda etti...

Baba yıllarca her acısında, her kızını özlediğinde, hayatla her mücadele edemediği anda küçük kızının kendisine verdiği, içi öpücüklerle dolu kutuya sarıldı, o kutu ile hayata sarılmaya çalıştı...”

***
Tahmin ettiğiniz gibi öyküyü Burçin Alpacar gönderdi...

Şöyle diyor öykünün sonunda:

“Hayat bize hep verir...

İhtiyacımız olan ve hayat yolunu yürümemizi kolaylaştıracak hediyeleri hep koşulsuzca verir...

Hayat bu hediyeleri bize sevdiklerimiz, yakınlarımız aracılığı ile verir...

Bu hediye bazen eşimizin dudağından dökülen bir sevgi sözcüğü, bazen çocuğumuzun dudağındaki bir tebessüm, bazen sırtımızı sıvazlayan annemizin eli, bazen bize şirkette çay sunan servis personeli, bazen bize başarıyı tatmamız için en zorlu işleri sunan patronumuz, bazen bir arkadaşımızın gönlünden kopup gelen sözüdür...

Bizler hissetmediğimiz ve nereye koyacağımızı bilemediğimiz bu sevgiye kendi ruhumuzun o kadar uzağından bakarız ki, verilen sevgi “bize boş bir kutu” gibi gelir...

Başımız her sıkıştığında canımız yandığında, ilk sarıldığımız aslında o boş kutudur...

Hep “kaybedince anlar”ız ruhumuzu besleyen o sevginin değerini ve gücünü...”

*****
BAŞARI PEŞİNDE KOŞMAK YERİNE...

Doyuma ulaşmış bir yaşam için en büyük derslerden biri, başarı peşinde koşarak geçirilmiş bir yaşamdan, hayatın anlamını bulmaya adanmış bir yaşama geçiş yapmaktır...

Bir anlam yaratmanın en iyi yolu, kendinize şu soruyu sormaktır:

“Nasıl hizmet edebilirim?..”

Bütün büyük liderler, düşünürler, yardımseverler başkaları için yaşamak adına bencil yaşamlarını terketmiş ve bu yolla aradıkları tüm mutluluk, bolluk ve tatmine ulaşmışlardır...

Sevincin kaynağı (vermek) hizmet etmektir...

Robin Sharma