Şairliğinin yanısıra yazılarıyla sosyal konulara getirdiği yeni bakış açısı, göçmenlik olgusu gibi hemen herkesin yüreğinde kırıntısı bulunan konuları konuştuk...

Yurtdışında da bulunduğu için, göç ve göçmen sorunlarına uzak olmayan Matur, gubetin insanlar üzerindeki yakıcılığına en yalın ifade eden bir fikir insanı aynı zamanda...

İşte Bejan Matur’a yönelttiğimiz sorular ve cevapları:
 

-Uzun süreler yurtdışında bulunmuş bir şair/yazar olarak göç olgusu üzerine ne tür izlenimleriniz oldu?  Bir göçmen için, biz Türkiyeliler için  anayurt ne ifade eder?

 

Bazan şöyle düşüyorum; yaşanan tüm bu göçler, koloni tarihinin gecikmiş bir intikamı gibi!

Öyle ya, yüzyıllarca toprağını işgal ettiğiniz, kaynaklarını sömürdüğünüz, dilinizi zorla dayattığınız toplumların insanları kuşaklar boyunca karşı konulamaz bir yer değiştirme eğilimi içinde oluyorlar.   Kendilerinden alınanlarla zenginleşen batı rüya geleceğin mekanı oluyor!

Fakat bugün görüyoruz ki,  göçmenlerin yarattığı sorunlar Batı dünyasının kabusu haline geldi. Ve şu an batı dünyası o kabusla baş etmek kaderini yaşıyor...

Anadolu’dan Avrupa’ya göçün sebepleri diğer kıtalardan gelenlerden farklı olsa da sonuçları çoğunlukla benzer.

Göçün doğasından kaynaklanan kaçınılmaz benzerlikler bunlar. Çünkü en nihayetinde bir insan toprağından kopmuş olmakla tıpkı bir bitki gibi kök sancısı çekmeye başlıyor. ‘Nereye aitim?’ sorusu insanoğlunun her daim aklını meşgul eden can yakıcı bir soru.


İnsan bir kez yer değiştirmekle, bağlı olduğu ilk yerin manasını açıyor. Sanki ana rahminde bizi taşıyan bir bağ gibi doğduğumuz topraklara  manen bağlıyız hep. Yer yer zayıflasa da o görünmez bağ hep var. Gündüz hayatımızda değilse gece yastığa başımızı koyduğumuzda rüyada sızan o geçmiş yaşantı mekanı, çocukluğun, gençliğin coğrafyası, değerleri biz istesek de bizden uzaklaşmaz; görünmez bir güç olarak kararlarımıza yön verir. Üstelik Anadolu insanı gibi dış dünya ve yabacılarla ilişkisi cılız kalmış olanların memleket hasreti daha yakıcı bir hasret olabiliyor. Bunu daha iyi anlamak için Türkçe’deki gurbet ve sıla kavramlarına bakmak yeterli... Başka dillerde bu kadar duygusal ağırlığı olan ifadeler bulmak zordur. Bana hep eski imparatorluk olmanın, geniş bir coğrafyada seyrediyor olmanın yarattığı kayboluş melankolisi gibi gelir bu... Onca mesafe kat ettiği halde köklere bu kadar bağlılık, dış dünyayı gurbet gibi acıyla yüklü bir kavramla tarif etmek... Daha doğrusu hissedilen acıyı gurbet kelimesine yüklemek ve kuşaklar boyunca öyle anılmasını sağlamak. Tüm bunlar, coğrafyanın kader olduğuna inanan biri olarak kendi insanımız üzerine düşündürüyor beni...Başkalarıyla ilişkide, başka hayatlara bakışta ne kadar keşfe açık olduğumuz bu duygularla ilgili hep. Korkularımız ve ne kadar güvenli hissettiğimizle.




Kavafis’in meşhur dizesi, ‘Nereye gidersen git ardından gelecektir bu şehir’i, İskenderiye için yazdığı söylenir ya hep, bana kalırsa Kavafis İstanbul göçmeni bir ailenin çocuğu olarak doğduğundan, o geriye dönüş melankolisi içindeydi. Tabii daha çarpıcı  örnek Ermeni diasporasıdır. Anadolu’dan sürgünlerinin yüzüncü yılı yaklaşırken, uzaklarda doğan sonraki kuşaklar bile atalarından devraldıkları Anadolu hasretiyle bakıyorlar geriye. Saroyan’ın California’da doğan bir Ermeni olarak Bitlis’e yaptığı yolculuk başka neyle açıklanır. Buna benzer onlarca örnek verilebilir. Neticede memleket sadece bir coğrafya ve barınılan yer değil, insanın maneviyat örgütlenmesini, anlam dünyasını belirleyen ögelerin mekanıdır. Oradan ne kadar uzağa giderseniz gidin dönersiniz. ‘İnsanın dönüp döneceği yerdir çocukluğu...’ diye yazmıştım bir şiirde. Çocukluktaki memleket aslında ana rahmi demek. Chagal kendisini anlattığı bir belgeselde ‘Herkes doğduğu odayı anlatır...’ diyordu. Doğduğumuz oda ülkemizdir aynı zamanda ve ona bağlılığımız zaman zaman azalsa da kopmaz.

 

-Anadoludaki kadınlarımızın durumlarıyla (eğitim eşitliği, ekonomik eşitlik, girişimcilik) Britanya'daki anadoludan gelmiş kadınlarımızın durumlarını hiç kıyasladınız mı?

 

Ben bir toplumu anlamak istediğimde öncelikle kadınlarına bakarım. Kadınlar o toplumun hayatında nerede duruyorlar, ne kadar aktifler, eğitimde, siyasette, sanatta, ekonomide ne kadar belirleyici pozisyondalar? Bunu samimiyetle merak edip baktığınızda orada hep halı altına süpürülmüş gerçekler görürsünüz. Kadın mevzuu aslında o halı altına süpürülen konuların çoğunluğu demek. Görülmek istenmeyen, görülse de çözümü ağır ve zor ilerleyen sorunlar.


Üstelik bu durum, yüzyılı aşkındır toplumsal eşitlik mücadelesiyle bilinen gelişmiş toplumlarda bile tam karşılığını bulabilmiş değil. Bilinen pek çok sebeple kadın gücünün yaratıcı güce dönüşmesi arzu edildiği ölçüde olamıyor henüz.


Bir defa istatistiklerin dünya genelinde gösterdiği şu gerçek var; kadınlar erkeklere kıyasla daha yoksul. Daha yoksul olmanın yarattığı güç kaybı kadınları devamla hayatın kıyısında tutuyor. Fakat bu gerçeğin çarpıcı biçimde kırıldığı alanlardan biri göç. Anadolu’dan Avrupa’ya göç eden kadınlara baktığımda şunu görüyorum: Geride bırakılan hayatın geleneksel, baskıcı aile kodları içinde, kendi emeğine dayalı bir değer üretmesine müsaade edilmeyen kadınlar, artık bir göçmen olmanın gerekleriyle sokağa çıkmak, çalışmak, üretmek zorunda kalıyorlar. Dışarısıyla kurulan ilişkinin değişimi beraberinde ruhsal, sosyal pek çok değişimi getiriyor. Dışarda kazanılan birey oluş, evde de talep edilmeye başlanıyor. O sebeple göç ve entegrasyon konusunun odaklandığı yer aile mevzuu ve kadının değişimi oluyor daha çok. Ben göçün, kadınları geride bıraktıkları hayatla kıyaslandığında daha güçlendirdiğini, erkekleri ise daha negatif etkilediğini düşünüyorum.
 

 

-2011 de yayınlanan Dağın Ardına Bakmak hikaye-roportaj kitabınız çok ses getirdi. Bir nevi ilk defa şiirin sularından uzaklaştınız. Yazi hayatınızda roman ya da hikaye türüne yüz vermeyi düşündünüz mü?

 

Dağın Ardına Bakmak kitabım yayımladığında İsrail’de yaşayan Prof. Ofra Bengio’dan bir mektup aldım. Ofra, tarih profesörlüğü dışında şiire meraklı, Türkçe’ye oldukça hakim biri. Daha önce şiirlerimi kendi diline çevirip Haretz gazetesinin edebiyat ekinde yayımlamıştı.


Mektubunda özetle; ‘Dağın Ardına Bakmak’ kitabını okuduktan sonra şiirimi daha iyi anladığını söylüyordu.


Kitapta kullandığım dil ve ucundan da olsa açtığım hikayeler, yazdığım şiirin bir alt metni gibi gelmiş ona. Onun sözünü ettiği ilişki elbette var. Şiirde başından bu yana o gizli derdin tercümanı olmaya çalışıyordum. Kederli bir yer anlatıyordum, kaybedilmiş bir ülke ve o ülkenin arayışı. Tabii bunu edebiyatın ölçüleri içinde yapıyordum. Çünkü en nihayetinde kalıcı edebiyat insanlığın büyük hikayesinde ortak olan acının, yani yersiz yurtsuz oluşumuzun kavranmasıyla mümkün olur. Aslında tasavvuf da, dinler de, mitoloji de o arayışa bir anlam kazandırmanın, açıklamanın birer aracıdır. Yani en derinde bir yurt özlemi ve o yurdun muhayyel oluşudur insanın meselesi. Odysseus’un geri dönüş hikayesi gibi... Dinmeyen bir hasret ve acıyla alınmakta olan yol, yani bir kavim yürüyüşü... Hal böyle olunca, o gizli derdi anlatmanın en yoğun formu olan şiirde bile daha uzun soluklu, nehir akışında satırlar yazıyorken buluyorsunuz kendinizi. 32 sayfaya yayılan şiir yazmak başka nasıl açıklanır? Yani o taşan duyguyu bir forma hapsetmek her zaman mümkün değil. O sebeple düzyazıya da meyledişim çok zor olmadı. Zaten düzyazıyla ilişkim gazete yazılarıyla da başlamış değil. Çok erken yaşlarımdan itibaren günlük tutan biri olarak zaten aşinayım düzyazıya. Ayrıca geçmişte sinema için düşünülmüş birkaç hikaye demesi de karalamıştım. Tamamlanmak için bir köşede sihirli dokunuşu bekliyorlar. Yazı yolculuğum kim bilir daha hangi vadilere, bozkırlara çağırır beni! Yazıya güvenirseniz o mükemmel bir rehberdir. Onun şifasını, ruhu toparlayan gücünü tecrübe etmiş biri olarak, kelimelerin hizmetinde olmak tek arzuladığım şey. Sonrasını bugüne kadar hiç hesap etmedim, bundan sonra da edeceğimi zannetmiyorum. Gelen iyidir...

 

-Alain 'Düşünmek için durmak lazımdır' der. Siz ise şiirlerinizi kainatin ritmine ayak uydurarak, hareket halinde geldiğini ifade etmiştiniz. İçinizdeki buyurgan sesle, toprağın sesinin uyuştuğunu ve kelimelere döküldüğünü de. O 'an'dan bahsedebilir misiniz? 

 

Şiir bana ancak vecd halinde gelir. O haldeyken duygunuzla, kainatın ritmine kapı aralar ve o akışa izin verirseniz şiir sizin olur. Başlangıçta müzik gibi duyuyorum şiiri. Kelime yoktur orada. Bir uğultu ve ses anaforu... O anafordan kıyaya çıkmak ancak kelimelerin dizimiyle mümkün oluyor. Kalem ve defterim yanımdaysa duyduğum sesi kelimeye dönüştürüyorum hızla. Ancak o anın akışını yakalarsam şiir oluyor. Yoksa uçup gider, beklemez. O tür anlarda, kendimi doğadan sesleri toparlayıp notaya dönüştüren bir müzisyen gibi hissediyorum. Rüzgar, notaya yani kelimeye dönüşüyor, baktığınız her şey müziğini sunuyor size. Her taş bir kelime oluyor... Evet hareket halinde olmak bana şiiri getiriyor; çünkü şiirin kaynağı kainatın derinlerinde, yıldızların akışında, bizim dışımızdaki büyük bir gerçeğin döngüsünde. O döngüye biraz olsun yaklaşmak ancak o ritmi kavrayışla mümkün. O ritme yaklaşmakla. Alain bunu durarak yapıyormuş, bir başkası dans ederek yapar... Yani kanımızın damarda akışını duymak aslında şiir. Anish Kapoor’dan dinlemiştim; Rilke gençken aldığı anatomi dersinde bir kafatası üzerinde çalışırken, kafatasındaki kemiklerin birleştiği anın müziğini merak edermiş! İşte şiir ezel ve ebed arasındaki o saliseyi sonsuz kılan duyuşu hisseden kalplere misafir oluyor ancak... 

 

-İbrahimin Beni Terketmesi adlı son şiir kitabınız fazlasıyla mistik ögeler içeriyor. Bu kitapta İslam dininin yaşlandığı ögeler ayakları yere sağlam basacak şekilde aktarılmış. İslam mistisizmi yalnızca metaforik olarak mı ilginizi çekiyor?

 

İbrahim kitabına aldığım tepkiler diğerlerinden farklıydı; ‘Şiirde bir olgunluk durağı,’ olarak yorumlayanlar oldu, kitabın kendi iç bütünlüğüne övgüler dizenler, kolay okunan ritmi yüksek bir şiir olduğunu teslim edenler vs... Ama benim için asıl şaşırtıcı olan kitapta yer verdiğim dinsel metaforların yarattığı etkiydi. Kendilerini seküler olarak tarif edenler, şiirin onları davet ettiği dünyaya hep mesafeli kalmış okurlar olarak, karşı konulmaz bir cezbeye kapılmanın şaşkınlığını yaşayıp, o etkinin güzelliğini teslim ederek takdirlerini belirttiler. Geçenlerde Hindistan’ın Jaipur şehrindeki edebiyat festivalinde şiirlerimi dinleyen Amerikalı bir akademisyen, benzer biçimde, dinsel metaforların modern şiirde kullanımının batıda demode, klişe söyleyişin ötesine geçmediği için sakınılan bir şey olduğunu, ama benim şiirimde yepyeni bir atmosfer kurulduğunu, Tanrı’yla konuşmanın, dinsel metaforların daha kişisel, ontolojik bir seviyeden yapıldığını, bunun da şiirde bir yenilik olduğunu söyledi. Aslında benzer tepkileri İbrahim kitabımın İnglizce çevirisine gelen yorumlardan da biliyorum. ‘Kişisel ontoloji, kişisel mitoloji,’ tanımları o kitapta karşılığı olan yorumlar.


Tabii kendisini dindar olarak tarif eden, dini hikayeleri daha yakından bilen okurların ilgisi çok daha şaşırtıcı oldu benim için; çünkü dini bilip bilmediğimi merak ediyorlardı. Bu merakın onlara sordurduğu en makbul soru, ‘Tasavvufla hiç ilgilendiniz mi?’ şeklindeydi.


Onlara şu cevabı verdim hep; ben dini bilmiyorum, tasavvufu da bilmem. Dinde yeri olan bütün o sembollerin şiire geçmesi tamamen anlattığım o vecd halinin neticesi. Benim dışımdaki büyük bir hakikatin bana görünme biçimi... Orada elbette seçim var, ama ilk aşamada değil. Şiirin ilk geldiği zamanda değil, sonrasında üzerinde az da olsa çalıştım. Bir heykelci gibi elimdeki mermeri yontup içindeki ideal formu bulmaya gayret ettim. Kelime eklemedim, ama eksilttim, lüzumsuz bulduğum çoğu dizeyi çıkardım. Ama şunu söylemem gerekir; İbrahim kitabı benim üzerinde en az çalıştığım kitaptır. Nerdeyse tamamlanmış halde geldi çünkü.


O şiir için ‘Hanif bir şiir’ tanımı yapanlar oldu. Hanif kavramı elbette iltifattır. Umarım o seviyeden de olsa varlığı anlama çabam bir karşılık buluyordur...


-Şiirde kendinize üstad kabul ettiğiniz şairler var mıdır? Bejan Matur hangi türküleri hangi şarkıları sever?

 

Bana göre şiir ancak müzikle açıklanabilir... Müziğe yatkın bir yaradılışım olduğu için belki şiir yazıyorum. Bu ruh haliyle kainatın sesini, yıldızların sesini, rüzgarın sesini müzik gibi duyarım hep. Belki de o sebeple tutkuyla müziğe bağlıyım.müzik ayırmam. Müzik dinlerken yaptığım en net ayrım; iyi mizik, kötü müzik ayrımı. İyi olan her müziğe yer var ruhumda... Tamamen ruh halime bağlı olarak dinlediklerim değişiyor. Klasik müzikten folklora her şeyi dinlerim. Dünya müziklerine, son dönemin trendlerine kulağım bir düzeyde aşina, fakat çok küçük yaşlarımdan itibaren klasik müzik dinlemeye alıştığım için en uzun süre dinlediğim eserler daha katmanlı, senfonik çalışmalar oluyor.

 

Şiirde ustalara gelince; bir derginin mutfağında büyümedim ben. Ustam diyeceğim, el vermiş bir şair de olmadı. Aslında hep biraz yalnız ve yabandım. Şiiri ağıt gibi görüyordum ve o kadar acı veren bir deneyimdi ki onunla sosyalleşmek bana acımı başkalarına göstermek gibi geliyordu. O sebeple hep biraz çekingendim. O yalnızlık içinde şiire dair ne varsa büyük bir iştahla bulup okuyordum. Sadece Türkçe’de yazılan şiiri değil, başka dillerden tercüme edilen şairleri, poetikalarını büyük bir merakla bulur okurdum. O okumaların neticesi bende nasıl bir etki yarattı bilemem, ama şunu biliyorum; şiire yatkın biri doğru metinlerle buluşmadan yolunu kolay bulamayabilir. Tabii burada da seçimlerimizi neyin oluşturduğu mevzuu gündeme geliyor. Hangi şiire meylettiğimiz, hangi şairleri seçtiğimiz de bizi anlatan bir durum aslında. Sanıyorum benim şiirde esas aldığım duyarlık şu; varlık sorusunu sormak, felsefenin ve dinlerin de konusu olan varlığımızın manasına dair merak ve idrak... O kozmik duyumu hissettiren şairler dikkatimi çekti başından itibaren. Ustalarım onlardır.

 

-Political activist yanınız şiirde kullandığınız temaları etkilediği görülüyor. Bejan Matur şiirinin bir görevi var mıdır? Şiirinizin toplumsal olayları trajedileri yansıtması gerektiğini düşünuyor musunuz?

 

Sanatta politik olmak, politik terminoloji ile konuşmak değildir. Bazen tam tersine politik, güncel kavramlara, metaforlara boğduğunuz bir metin son derece apolitik olabiliyor! Bunun şair ve okuru için büyük bir tuzak olduğunu düşünüyorum.


Aslında bu bütün sanat dalları için geçerli. Sanatın amacı nedir? Cevaplanması gereken asıl soru bu! Bana kalırsa sanat, insan ruhunda derinden bir dönüşüm, aşkınlık sağlayabiliyorsa gerçektir. Aksi apolitik olana, kitch’e girer. Sanat, insanı sezgileriyle öngördüğü fakat sınırlarını bilemediği o görünmez hakikate yaklaştırır. Bunu yapmayıp güncel, ayartıcı kolaylıklara meylediyorsa hiç bir zaman arzu ettiği dönüşümü sağlayamaz. Hatta tam tersi sahte, uyuşturucu bir etkiyle izleyicinin, okurun duygusunu dejenere eder.


Ben başından itibaren şiirin konusunun, insan ruhunun derinlerinde yol alan daha büyük bir hakikat olduğunu hissediyordum. İnsanlığın ortak büyük hikayesiyle buluşacak şiirler yazmaya gayret ederken, doğduğum toprakların kederli sesini şiire taşımak bir tercihten çok bir kader gibiydi benim için. Çünkü modern tarih sahnesine henüz çıkmamış, doğmamış bir topluluğun içinden geliyordum, o doğum sancısı her yönüyle ruh dünyanızı biçimlendiriyor.


Şiirin bir görevi var mıdır? Bunu böyle düşünmedim hiç, ama şiirin insan ruhunu yansıtan büyük bir ayna olma görevi muhakkak var. Şiir insan ruhunun kalesi çünkü...


İnsanı yok etmek çabalarının en uç görünümlerine baktığınızda hep şiirsel bir duyuş vardır. Çünkü orada insanoğlu tüm yıkıcılığı ve zalimliğiyle yer yüzünden çekilmiştir. Yeryüzüyle tanrı arasında oluşan o insansız alandaki tanrısal fısıldayış, bir ağıt olarak duyulur... O şiirdir... İnsanı yeniden yeryüzüne çağırmanın, insanı hatırlamanın aracıdır şiir. Bugün bakın savaş alanlarına, yıkılan kentlerin görüntülerine, bir kıyamet duygusu var çoğunda. Tanrı’nın tek başına ölülerin başında nefes aldığı koca bir boşluk... Şiir bunları anlatmak için var. Ama bilinen dilin, güncel tartışmaların, zalimlerin kim olduğunun önemi yok. Mazlumun isimsiz sesi olmalıdır şiir...

 

Bejan Matur’un yayınlanmış kitapları

Rüzgar Dolu Konaklar 1996 (Metis) / 2011 (Timaş)

Tanrı Görmesin Harflerimi 1999 (Metis) / 2011 (Timaş)

Ayın Büyüttüğü Oğullar 2002 (Metis) / 2011 (Timaş)

Onun Çölünde 2002 (Metis) / 2011 (Timaş)

In The Temple of a Patient God 2004 (ARC, UK)

Winddurchwehte Herrenhauser 2006 (PHI, Louxemburg)

İbrahim’in Beni Terketmesi 2008 (Metis) / 2011 (Timaş)

Doğunun Kapısı Diyarbakır 2009 (Timaş)

Kader Denizi 2009 (Timaş)

Dağın Ardına Bakmak 2010 (Timaş)

Windhowl trough the mansions 2011 (Chinese University Press)

How Abraham Abandoned Me 2012 (ARC, UK)

Al Seu Desert 2012 (LaBreu Edicions, Barcelona)

 

Aldığı Ödüller

Orhon Murat Arıburnu 1997

Halil Kocagöz 1997

(Not: Bu söyleşi Londra'da yayınlanan aylık Turk Journal Dergisi'nden alınmıştır)