Aslında daha önce de vardı. Ama ille bir milat vermek gerekirse Ahmet Şık ve Nedim Şener\'in tutuklanmasıyla başlayan ve zaman içinde bazı gazetecilerin işlerini kaybetmesi gerekçe gösterilerek ivmelendirilen, uluslararası platformlara taşınan bir iddia var: Muhalif gazeteciler susturuluyor. Muhafazakar yayın organları dışındaki hemen her grupta dozajı azaltılıp çoğaltılarak konuşulan, ama asla gündemden düşürülmeyen bir konu bu.

Muhafazakar medyada da bazı kalemler, fikir ve ifade özgürlüğü adına kimi zaman dile getiriyorlar bu eleştiriyi... Muhalif fikirlere tahammül etmek gerektiğinden sözeden adalet eksenli bu türlü köşe yazılarına katılmamak, - bu mesleği icra eden her birimizin üzerine farz olduğu üzere - mümkün değil elbette...

Ama... Ama\'sına geleceğim, ancak aynı muhafazakar camianın kahir ekseriyetinin, genellikle susmayı ve izlemeyi yeğlemesinin sebeplerini açmak gerekiyor bu noktada. Bu ortak psikolojinin izahı şu: Bazıları susuyor, çünkü bir meslektaşın, ayrımcılık ve nefret hisleriyle dopdolu olduğuna, dolayısıyla yazmaması gerektiğine inanıyor. \"Basın özgürlüğü\" kavramının o her türlü suçu örtmeye yarayışlı hale getirilen kutsallığının da; nefret ve şiddeti kamuoyuna aktaracak bir iletken olmaması gerektiğini düşünüyor.

Ama işte, muhafazakar kalem yine de açıktan açığa \"jakoben bir fanatizmin bayraktarlığını yapan bazı kalemlerin artık yazmaması gerekiyor\" diyemiyor.

Çünkü bu yollu bir görüşü serdetmek, icra ettiği gazetecilik mesleğinin varoluşsal ilkesini, yani \'özgürlüğü\' tanımadığı yolunda yorumlara sebep olur. Bu ise, hem \"meslektaşını harcamak\" olarak algılanır, hem de ileride başına geleceklerden dolayı kendi kendinin yalnızlık hükmünü kesmek olarak değerlendirilir. Dolayısıyla susmak en iyisidir.

Nitekim 28 Şubat\'taki gazeteci kıyımında, \"susturulan\", Ali Bayramoğlu, Etyen Mahcupyan, Nazlı Ilıcak, Mehmet Barlas, Canan Barlas, Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand, Ahmet Altan, Mehmet Altan, Mustafa Erdoğan, Nurettin Şirin ve yüzlerce gazeteci işinden olurken, merkez medya susmayı tercih etmiş, gazeteciler meslektaşları andıçlanırken çıt çıkarmadıkları gibi, bazıları sevincini bile gizleyememişti.

Oysa sessizlik de bir pozisyondur. Dolayısıyla, bazı kalemlerin neden işlerinden olduğuna, bazılarının neden hapiste olduğuna, - hiçbir meslektaşımın mesleğini yapamaz hale getirilmesini temenni etmeyeceğimi, bundan asla ve zerrece memnuniyet duymayacağımı belirterek - tespit mahiyetinde bir açıklama gerektir. Çünkü, yeni medya düzeninde muhaliflerin susturulduğu iddiası, \"ama hangi muhalifler?\" sorusunu hak eder. İşin aması da zaten burada...

Birincisi; gazetecinin özgürlüğünün, kamuoyunu düşmanlığa, kin, nefret ve ayrımcılığa teşvik ettiğinde bittiğini düşünenlerdenim. Bu minvalde kaleme alınmış olmasa da, Sabah Gazetesi Başyazarı Mehmet Barlas\'ın 02 Şubat 2012 tarihinde \"Muhalif\" olmak ile \"Düşman\" olmak arasındaki fark\" yazısındaki ayrımdan yola çıkmak isterim. Barlas yazısında, \"bir iktidar için muhalefetin eleştirileri, kesinlikle yandaşların eleştirilerinden daha fazla yol göstericidir. Ama muhalif olanların \"eleştiri\"leri ile düşmanların önyargılı \"saldırı\"ları aynı şeyler değildir\" diyor. Bu ayrım önemli. Çünkü muhalif olmakla düşman olmayı birbirine karıştırmış ve \"İsterse darbe olsun, yeter ki AKP gitsin\" diyen ve hala gazetecilik yapan insanlar var bu memlekette. Barlas\'ın da dediği gibi \"Düşmanlık, ölümüne bir rekabettir\".

Şunu inkar edemem; muhalif olduğu için susturulanlar elbette her dönemde vardı, bu dönemde de var ve bundan sonra da olacak. Ve elbette bu duruma gazetecilik mesleğini icra eden tüm gazetecilerin elbirliği ile karşı çıkması gerekir, keza Ahmet Şık ve Nedim Şener\'in yazdıkları dolayısıyla hapis yatıyor olmaları, hala izaha muhtaç bir durum.

Ancak, - bundan bir süre önce Nuray Mert\'e haksızlık edildiğini düşündüğümü yazdığım için kendimle çelişiyor görüntüsü vermek pahasına - söylemek zorundayım ki; hükümetin Güneydoğu\'ya yol ve hizmet götürmesindeki niyeti, 1937-38 yıllarında Dersim\'e askeri operasyon amacıyla yol yapanların niyetiyle eşitlemeyi, \"fikir\"den sayamıyorum, üzgünüm...

Aynı şekilde, Oktay Ekşi\'nin Başbakan\'ın annesine küfretmesine \'basın özgürlüğü\' nazarıyla bakamıyorum. Atatürk büstünü kırdığı için bir ineğe dava açılmasını alkışlayanlarla, aynı mesleği yapıyor olmaktan rahatsızlık duyuyorum. Bu noktada endişe ettiğim şey, basın özgürlüğü filan değil, mesleğimizin zeka ortalamasının bu derece düşmüş olması ihtimali oluyor.

Askere tekmil verdiği, nasıl darbe yapması gerektiğiyle ilgili akıl/bilgi/taktik verdiği belgelerle kanıtlanmış olan insanların, basın kartlarını kameralara sallayarak gazetecilere özgürlük istemesini, bir oksimoron olarak görmekten kendimi alamıyorum...

İkincisi ise şu, bağlı bulunduğu gazetenin yönetimiyle anlaşamayıp kişisel hesaplarını hükümet üzerinden görmeye kalkışanların da \"basın özgürlüğü\" çığlıklarının mahiyetini çözmekte zorlanıyorum. İşlerinden olmalarını, hiçbir somut gerekçe göstermeden nasıl hükümetle bağlantılandırıyorlar, bilemiyorum.

Evet hükümet kanadının medyadaki muhalif isimler konusundaki tahammül eşiği oldukça düşük, burası kesin... Ama, bir sivil hükümetle bir askeri yönetimin karıştırılmaması gerektiği gibi; 28 Şubat sürecinde gazetecilerin Silahlı Kuvvetler tarafından andıçlanmasıyla, bugün - hepsinin değil - bazılarının jakoben, ayrımcı ve köhne bakış açıları nedeniyle işlerini kaybetmelerinin karıştırılmaması gerektiğini ifade etmek isterim. İşini iyi yapan ve sağlam fikirlerle muhalefet eden gazetecilere de hakaret anlamına geliyor bu çünkü...

(Yeni Şafak)