Okulu bitirdiğinizde, bütün stratejinizi sadece okulun diploması üzerine kurmuşsanız ondan sonrasını planlamak çok zor. Hiçbir sınava, kamuya, bankaya girmeye niyetim yok. Zaten istesem de ne torpilim ne de bir dayım var. Okul bitince, askerliği ertelemek amacıyla İstanbul Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Avrupa Birliği dalında master programına başladım. Birinci yılı tamamlayınca Türkiye’de tez alanında yeterince Türkçe kaynak olmadığını gördüm.

Madem ki, tez yazmak için İngilizce şart oldu ki İngilizce, eğitimim boyunca en kötü dersimdir; 'ben bu işi çözerim' dedim. Merdan abim Londra’ya yeni gitmişti. Onun da verdiği güvenle bir dil okuluna kayıt yaptırdık. Vizemi de alıp, 1989 Temmuz ayında Londra’ya sessiz bir iniş yaptım.

O dönemler, İstanbul sokaklarında İngilizce‘nin altı ayda çözüleceğini dair afişler asan İngiltere’den çaldıkları metodu uygulamaya çalışan dil okulları vardı. Sanırım onların da verdiği imajla, bu işi 6 ayda çözeceğime inanarak yola çıkıyordum.

Benim gitmeme yakın İngiltere Türk vatandaşlarına vize uygulaması getirdi. Kazaya kurban gitmemek için vize tarihini bekledim ve vizemi alıp öyle geldim.

Tabii ki Istanbul’daki hesap Londra’ya uymadı. Sonra anladım ki; altı ayda bırak dil öğrenmeyi, kiranızı nasıl ödeyeceğinizin yollarını bulmanız gerekiyor. Neyse ki, abim orada olduğu için, bir dönem onunla küçük bir oda kiralayıp orada kalmaya devam ettik. Benim okul zamanı dışında da abimin çalıştığı tekstil fabrikasında bana bir iş ayarlamıştı. Kurs sonrası ben de part-time çalışıyordum.

Altı ay geçtikten sonra anladım ki Marx’ın dışında kimse altı ayda İngilizce’yi çözememiş. Highgate’de Marks’ın mezarına gidip IQ kıyaslaması yaptım. Bana dedi ki; ‘bak evlat 6 ay kısa bir süre ve dil öğrenme sorunu zamanla sınırlandırılacak bir şey değil’. Mecbur kabul ettim. Öyle ya bir dili, kültürü ve yaşam biçimini öğreniyorsunuz ki bu da yıllar isteyen bir çaba.

Abim ile beraber kalıyorken mali olarak ihtiyaçlarımı giderme kapasitem vardı. Merdan abim evlendikten sonra ben de kira sorunumu çözmek için girişimlere başladım. Doksanlı yılların başlarında belediyeler sosyal konutları çok iyi değerlendiremiyorlardı. Her binada onlarca sosyal konut tamir edilip, kiraya vermek için ödenek yokluğundan boş tutuluyordu. Bu durumda ihtiyacı olanlar bu evleri işgal ediyor ve mahkeme kararı çıkana kadar bu evlerde kira ödemeden kalabiliyorlardı.

Sistem genellikle şöyle çalışıyordu. Boş bir belediye evi buluyordunuz, ki onu bulmak çok zor değildi. Bu tür evlerin kapısını ve camlarını belediye demirle kapatmıştır. Kapıyı açıp kilidi değiştirdiğiniz anda artık o evden sizi çıkarmak için belediyenin mahkeme kararı alması gerekiyor. Mahkeme kararları da bir yılı bulabiliyordu. Bu demektir ki bir yıllık süre zarfında siz de kira ödemeden oturabiliyorsunuz. Gaz, elektrik ve su gibi temel insani ihtiyaçları da kapatamıyorlardı.

Aslında 80’li yıllarda Thatcher liberalizmi ile başlayan, her şeyin özelleştirildiği ve devletin ekonomideki elini çekmesini hedefleyen politikalarının bir sonucu olarak devlet sosyal konutlara yatırım yapmıyordu. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı sonrası yoksullaşan kitlelerin konut ihtiyacını karşılamak için yapılan sosyal konut ve sosyal devletten kurtulmak istiyordu. Sosyal konutlara kaynak aktarılmaması, suç oranının yüksek olduğu bölgelere dönüştürülmesi, özelleştirmeye alt yapı olarak da yürütülen bilinçli bir politikanın da sonucuydu. Nihayetinde de 80’li yıllardan beri belediyeler sosyal konut yapmıyor ve yarı özel şirketler üzerinden bu işi yönetmeye çalışmaktadırlar.

Üniversiteden dostum Saadettin’le beraber Hacı’nın kapısını çaldık. Hacı bu işlerde uzmanlaşmış, el becerileri çok güçlü olan birisi. Kendisi de zaten bir işgal evde kalıyor. Bize kendi evinin yakınında, dört katlı bir evin üçüncü katında, iki yatak odalı bir evin kilidini değiştirip teslim etti. Tabii, bu tür evlerin en büyük şanssızlıklarından biri evin içinin çok bakımsız olması durumunda yapacağınız masraf riskidir. Fakat Hacı’nın bize bulduğu yer oldukça iyiydi. Sadece içine mobilya döşememiz gerekiyordu.

Bunun için de iki seçeceğiniz vardı: Ya mobilyayı satın alacaksınız ya da büyük binaların çevresinde belediyenin toplaması için bırakılan mobilyalar üzerinden çözeceksiniz. Belediyenin alması için bırakılan toplama merkezlerinde oldukça kullanışlı buzdolabı, çamaşır makinesi, koltuk takımı ve yatak bulmak mümkündü. İlk gün Hacı’nın da yardımıyla bölgedeki toplama bölgelerine gittik ve şansımıza üçlü deri koltuk bulduk. Koltukları gece eve taşıdık. Sabaha kadar sildik, dezenfekte ettik, artık oturacak bir yerimiz vardı.

Yatak sorununu daha güvenli ellerden çözdük. Saadettin bize eski tip merdaneli çamaşır makinesi ayarladı. Bir gün sonra yine bizim odamızın ölçülerine uygun bir halı bulduk. Yine Saadetin’le kolları sıvadık ve halıyı iyice bir silip temizledik. Ancak ikinci gün çok daha güzel, çok daha temiz yeni bir halı bulduk. Bu defa onu getirip kullanmaya başladık. Artık eski halıyı atabilirdik, biz artık toplayan değil aynı zamanda dağıtan olmuştuk.

Kendimizce evimize bir dizayn verince biraz da bize ait olduğunu hissetmek için tablolar koyduk, fotoğraflar astık ve bir de televizyon edindik. Artık iyi bir çalışma ortamı oluşmuştu.

Kira yükünden kurtulmuşduk. Biz taşındıktan sonra bölgede bizim gibi öğrenci olan, Türkiye’den gelmiş onlarca insanın bu işgal evlerde kaldığını öğrendik. Bu aynı zamanda bize sosyal çevre edinme fırsatı da verdi. Beraber partiler yapıyor, birbirimizi yemeğe davet ediyor ve ortak programlar hazırlıyorduk.

Bu çevrede işgalcilere hukuki destek veren hukuk kurumları ve dernekler kurulmuştu.

Bahse geçen doksanlı yılların başları. Türkiye’li toplumu bu kadar yerleşik olmadığı için bu kadar çok çeşitli lokanta, bakkal yoktu. Yoğun gelen bir mülteci akını vardı ve hepsi tekstil sektöründe çalışırdı. Kurulan dernekler de bu gelen mültecilerin ihtiyaçlarını karşılamak için hizmet verirdi.

İngiltere’ye öğrencilerin dışında, hatırı sayılır miktarda çocuk bakıcısı (AuPair) da geliyordu. Çocuk bakıcıları ailelerin yanında kalıyor, günün belli saatlerinde çocuklara bakıyor, artı küçük bir cep harçlığı alıyordu. Aslında ekonomik olarak bakıldığında durumları öğrencilere göre daha iyi olduğu düşünebilirdi. Fakat yaşanan tecrübelerden biliyoruz ki bir çok çocuk bakıcısı aile tarafından çok kötü muameleye tabi tutuluyor ve vize ve ekonomik ihtiyaçlarından dolayı anlaştıkları koşulların dışında kullanılmaya çalışılıyordu.

İşgal evler bu çocuk bakıcılarının da zor durumda kaldıklarında gelip sığınabilecekleri, kalabilecekleri mekanlar olmuştu. Bu nedenle bir çok kişi o zaman bir odalarını bu tür durumda kalmış insanlara ayırırdı.

Komşumuz Hacı’da bir dönem Zeynep diye bir çocuk bakıcısı kalmıştı. Cocuklarına baktığı aile Zeynep’i sokağa atınca, Türkiye üzerinden Hacı’ya ulaşıp yardım etmesini istemişler. O da geldi yeni bir aile bulana kadar Hacı’da kaldı. Biz de Hacı’ya uğradığımızda orada görüşürdük. Zeynep’in kafası çok karışıktı. İngiltere’ye gelirken başka ülkelere uğramıştı, çocuk bakıcılığı yapıp yapmayacağından çok emin değildi. Her gün bize değişik hikayeler anlatırdı. Hayalleriyle gerçekleri arasındaki uzaklığın farkında değildi. O hayallerini elini kaldırıp aşağı çekecek kadar kendisine yakın hissediyordu.

Fal bakılmasına bayılıyordu. Ben ki ne fal bilirim ne de fal baktırırım. Ama onu mutlu etmek için iskambil kağıtlarından bir fal uydurmuştum. Belli rakamlara misyonlar yüklüyor, o rakamlar çıktığında da ona onun bana anlattığı hayalleri üzerinden yorumlar yapıyordum. Sonunda bana diyordu ki; hepsi çok doğru, gerçekten nasıl biliyorsun. Oysa bana anlattıklarını, ona yeniden söylüyordum; hepsi bu.

Bir hafta sonra Hacı’nın evinde Zeynep’i Hacı’ya tanıştıran Hacı’nın bir arkadaşının kız kardeşi Hacer’le tanıştık. Hacer bize çok güzel su böreği yaptığını söyledi. Ben ki; her zaman Hacıbozanoğlları’ında yediğim su böreğinin özlemi ile yanıp tutuşan birisi olarak hemen atıldım: ‘Birgün bize de yapar mısın’ dedim. Hacer: ‘haftaya yapalım’ dedi ve gitti.

Diğer hafta sonu döndüğümde bize güzel bir su böreği ziyafeti çekti. Gerçi Haci oldukça marifetli bir insan, bize içli köfte de dahil hiçbir yemeği aratmıyordu. Ama su böreği çok iyi geldi ve hayatımdaki önemli dönüm noktalarından birisi oldu.

Hacer gelirken yanında Türkiye’den bölgede çalıştığı bir arkadaşıyla geldi: Adı Zerrin.

Zerrin gelir gelmez çok ilgimi çekmeye başladı. Zeynep sürekli fal bakmamı istiyor ben de onu kırmamak için yine bakıyorum. Her defasında, aynı şeyleri tekrarlıyordum ve o çok mutlu oluyordu. Ama gözüm Zerrin’de. Çok az konuşuyor, kendisi ile ilgili bilgi vermiyor, sorulan sorulara da kısa cevaplar veriyordu. Madem ki kendimce bir fal uydurdum önce bir Hacer’in falına baktım ki oradan Zerrin’e de teklif edebileyim. Sonra Zerrin’in falına baktım. Aslında benimkisi fal bakmak değil, onun falını yazma çabası. O kağıtları açtıkça çıkan rakam üzerinden kendince yorumlar yapıyor, provokatif iddialar ortaya atıyor ama hiç birisine bir cevap alamıyordum. Asıl öğrenmek istediğim hayatında kimse olup olmadığı idi. Bir ara falda kafasının çok dağınık olduğu, bir şeyleri unutmaya çalıştığını, bu nedenle biraz daha zamana ihtiyacı olduğuna dair bir şeyler uydurdum. Ama o sadece dinliyor ne mimikleriyle ne de yorum yaparak söylediklerimle ilgili yorum yapabileceğim hiçbir ibare vermiyordu. Oysa Zeynep’in falı ne kadar kolaydı. Ne söylesem hemen yorum yapıp, yüzündeki ifadeyi değiştiriyordu.

Bir ara Zerrin’e ‘tespitlerim doğru mu’ diye sordum, hiçbir şey söylemedi. Anlaşılan işim çok zordu.

Sonra kağıt oynamaya karar verdik. Ben Zerrin ile eş oldum. Kağıt oynarken ‘ortak bazan birbirimize bakalım da bu oyunu kaybetmeyelim’ dedim. Oyun içerisinde ara sıra işaretlerle birbirimize kağıtlar soruyorduk. Bir ara gözgöze geldiğimizde ben Zerrin’e göz kırptım. Yalnız ‘bu oyuna dahil değil haberin olsun’ dedim. Yüzünde hafif bir kızarma oldu. Ben artık mesajımı vermiştim ve geri kalanı kendisine kalmıştı.

Amerikalı bir ailenin yanında çocuk bakıcılığı yapıyordu. O gece ailenin yanına döndüler. Bir sonraki hafta gelip gelemeyeceğinden hiç emin değildim. Ona gönderdiğim mesajın yerini bulup bulmadığından da emin değildim. Belki de bir daha hiç gelmeyecekti.

Bir hafta sabırsızlıkla bekledim. Henüz cep telefonları yok ve ben kaldığı ailenin telefonunu da bilmiyorum. Bir sonraki hafta sonu hiçbir yere çıkmadım bekledim. Bir duydum ki Hacer ile çıka gelmişler Hacı’ya. Artık mesajımdan kaçmamıştı bunu anlamış oldum. Hafta sonları Londra turları için onu bekler olmaya başlamıştım.

Tam 28 yıl önce kırptığım o gözün sızısı, yüreğimde mutlu bir anı olarak hala durur.

Hacı’nın rehberliğinde zor durumda olanlara bazen biz de yeni ev bulunması için yardıma giderdik. Bir gün iki öğrenci zorda kalmışlar, ev ihtiyaçları varmış. Bizim bölgede yüksek bir binanın dördüncü katında bir boş ev tespit ettik. Gece kilidi değiştirmek için gittik. Hacı leviye ile kapıyı açıyor, ben çıraklık yapıyorum. Sadettin’de yangın merdiveninin camından sürekli güvenlik kontrolü yapıyor.

İlk girişimde şansımıza yan dairede küçük bir köpek ortalığı bir birine katıyor. Gece on ve o küçük bedeniyle bütün binaya meydan okuyor. Asıl korkusu kendisi ve sahibi için tehdit olmamızı istememesi. Baktık olacak gibi değil. Bırakıp saat 12 gibi geri döndük. Biraz uzun sürdü. Sadettin tedirgin bir halde bir yangın merdivenine bakıyor, bir gelip ‘ne oldu’ diye soruyor. Bir ara o kadar sık gelip gitti ki. Biz tam kapıyı açtık. Birden Saadettin gitti mavi gözlü iki Saadettin birden kapıda belirdi. Meğerse Saadettin yangın merdivenine çıkınca polislerle karşı karşıya geliyor ve bizi uyarmaya fırsat olmadan yoluna devam ediyor.

İki polis ‘burada ne yapıyorsunuz’ diye sordu? Soru çalışmadığımız bölümden gelmişti. Bulunduğumuz binada yan yana dört benzer bina vardı. Polise ‘Bunların birisinin dördüncü katında halamın oturduğunu, ama bu binada kapının açık olduğunu, bu nedenle muhtemelen halamın diğer binalar dan birinde olabileceğini’ söyledim. Polis ‘kapıyı siz mi açtınız?’ dedi. ‘Hayır’ dedik. Neyse ki, kapıyı açınca alet çantamızı kapının arkasına koyup, sonra gelip kilidi değiştirmeyi düşünüyorduk. Dolayısıyla çantayı görmedi polis. Bu nedenle ellerindeki tek suç aleti kızarmış yüzümüzdü. Tabii bize inanmadı polis. İçerisi karanlık olduğu için içeri de girmedi. Bizden ‘buraya geri gelmeyeceksiniz’ diye söz istedi. ‘Ya sokakta kalan arkadaşlar ne olacak’ diyemedik. ‘Tamam gelmeyiz, biz zaten halamı arıyoruz’ deyip ayrıldık. Sabah erken sokaktaki öğrencilere sözümüzü tutup gelip kilidi değiştirdik ve anahtarları onlara verdik.

Yıllar sonra çocuklarıma bu anılarımı anlatınca şaşırıp kaldılar. Kızım ‘baba sen bir de hukukçusun değil mi? diye de beni sorguladı. Oysa onlara iki Üniversite diplomamı, iki master diplomamı ve başarılarımı da anlatıp bir imaj oluşturmak gibi bir seçeneğim de vardı. Ama hayat hep doğrular üzerine kurulmaz ve zaten öyle de inandırıcı olmazdı.

Londra’da Merdan abim hep arkamda olmuştur. Severdi içmeyi. Bir gün bir ziyaret dönüşü Polis Seven Sisters’de bizim arabayı durdurdu. Abim o dönemler asi ve isyankar. Yasal hiç bir kağıdı yok. Kısa bir sorgu sonrası alıp Tottenham polis karakoluna götürdüler. Ben ve Saadettin donduk kaldık. Bize bir şey sormadılar. Sabah bir avukat bulup çıkarmamız gerekiyordu.

Kalkıp karakola gittik. Abimin sigara gibi ihtiyaçlarını karşılayıp; ‘merak etme sabah dosya ile ilgileneceğimizi’ söyleyecektik. Bir komiser bizi mülakat odasına aldı ve bizden pasaportlarımızı istedi. Bu olasılık hiç aklımıza gelmemişti. Sadettin ve ben öğrenci vizesi için başvurumuzu yeni Home Ofise yollamıştık ve başvuru ile pasaportlar da gitmişti doğal olarak. Elimizde sadece belgelerin yollandığı postahane kayıt kağıdı vardı. Durumu polise anlattık. Belgeye baktı ve ‘ben durumu araştırana kadar sizi hücreye almam gerekiyor’ dedi. ‘Ne kadar sürer’ diye sorduk. ‘ Gece saat iki bir şey söylemem çok zor’ dedi ve bizi hücreye kilitledi. Kendi ayağımızla düşmüştük oraya. Hayır, zor olan damda yatmak değil, bir iki Ahmet Arif şiiri ile durumu kurtarabilirdim. Zor olan gurbette damda olmaktı ki o çok koymuştu.

Merdan’da nasılsa sabah onu çıkarmak için girişimde bulunuruz diye rahat uzanmış hücresinde. Ben ıslıkla bir Türkçe melodi çalınca şok oldu. ‘Sen ne yapıyorsun burda’ diye çıkıştı. Yapacak bir şey yoktu.

Sabah olunca bizden özür dileyip bıraktılar. ‘Home Office’den içeride vize uzatma başvurunuz onaylandı’ dediler. Merdan’a da git gerekli işlemlerini tamamla diye serbest bıraktılar.

Yıllar sonra, Tottenham karakoluna bir toplantı için gittiğimde kaldığım hücre aklıma geldi. Toplantıda anlattım. Polise ‘beni hüceme götür’ dedim. Nasıl özlemişim! O da ‘istersen kal bir gece’ diye teklif etti ama kalamadım.

Londra’daki ilk yıllarım hep gel gitlerle dolu olmuştur. Birinci seçeneğim, dili öğrenip, emek verdiğim diplomanın hakkını vererek gidip Türkiye’de gerekli iş girişimlerinde bulunmak. İkincisi ise burada kalıp yaşamı sıfırdan yeniden inşa etmek. İşte tam da ‘olmak ya da olmamak. Bu çok zor bir karar. O dönemde, defalarca eşyalarımı gönderip dönmeye karar verdim. Ama her defasında belirsizlik, iş bulamama korkusu, sınavlar, torpiller gözümü korkuttu. Kaldık buralarda bir sonsuzluk yolculuğunda…

(acikgazete.com)