İngiltere’ye 1970’lerde işçi olarak gelen Akşehirli Mustafa Ali Bilgiç, yakalandığı amansız hastalık nedeniyle ömrünün son günlerini çok istediği Gürnes (Altuntaş) köyünde geçiremedi ve cenazesi köyünün topraklarına konacak...

Okuma yazması az olan ve kendi çocukları olmadığı için iki kardeşinin birer oğlunu evlatlık olarak İngiltere’ye getiren Mustafa Ali’nin, Türkçe ve İngilizceyi çok iyi bilen bilgisayar mühendisi, avukat, muhasebeci ve marketing uzmanı torunları var...

Önceki gün tedavi gördüğü hastanede vefat eden Bilgiç, toprağa verilmek üzere memleketine gönderilecek...

Gazeteci Faruk Eskioğlu hemşehrisi Mustafa Ali’nin hazin hikayesini kaleme aldı...

İşte Mustafa Ali’nin hüzünlü hikayesi:

SİZ MUSTAFA ALİ’Yİ TANIMAZSINIZ!

Mustafa Ali hastane yatağında doğruldu, arkasına yastıklarla destek yaptılar. İnlemesini sürdürdü. Aklına ne düştüyse ağlamaya başladı. O güler yüzlü hemşire koştu. “Mr Bilgiç neyiniz var” diye sordu? Nabzına dinleyip, dosyasına göz attı. Elini Mustafa Ali’nin alnına götürüp şefkatle okşadı, “Birazdan ağrılarınız dinecek Mr Bilgiç” dedi.

Mustafa Ali hemşirenin dediği gibi birazdan sakinleşti, ziyaretçileri arasında beni fark etti. Konuşmaya mecali yoktu, “Hoşçakal” dercesine elini salladı. Çok değil iki hafta önce başka bir hastanede ziyaretine gittiğimde böylesine bir deri bir kemik değildi. Üstelik konuşabiliyordu ve bana dönüp “Hoca” demişti, “İşte geldik bugüne…” Sanki yolun sonunda olduğunu, hayatın o emekçi ellerinden kaydığını, organlarının artık yetmediğini fark ediyordu…

Siz Mustafa Ali’yi tanımazsınız. Belki bayramlarda camide görmüş, Kur’an kursuna cömert yardımını fark etmiş olabilirsiniz. Öyle bahçeli evi, şirketi olan, rantiyeci ya da market zinciri sahibi patron da değildi. Çalıştığı süreçte bir buluş falan da yapmadı. Bir zamanlar “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan” göçmen işçilerin kurduğu derneklere falan da hiç uğramadı. Park şenliklerine, film festivallerine de hiç gitmedi. Hele protesto gösterileriyle hiç ilgisi olmadı, hatta gidenlere de küfretti. Gazeteleri de bulmaca çözmek için eline aldı.

Ben Mustafa Ali’yi tanıyorum. Onu ve kuşağını çok da önemsiyorum. Neden mi? Mustafa Ali’nin daha önce kaleme aldığım öyküsünün özetini size aktarayım, belki bana hak verirsiniz:

Mustafa Ali, 1935’de Akşehir’in Gürnes köyünde yoksul bir ailenin 4 çocuğundan 2’ncisi olarak doğmuş. İlkokulu bitiremese de idare edecek kadar okuma yazma öğrenmiş. Henüz ilkokuldayken ırgat olduğunu belirten Mustafa Ali, köydeki yoksulluğunu “Çok ölü elbiselerini giydim. Bunları unutursam Allah beni taş eder. Yıllarca çobanlık yaptım” diye anlatmıştı.

1971’de köylülerinden esinlenerek turist olarak geldiği Londra’da vize alamayınca Belçika’da kayınının yanına gitmiş. Londra’dan para karşılığı permi sağlayınca 1973’de tekrar gelmiş. Mustafa Ali o günleri şöyle anlatmıştı:

“Arsenal’da haftalığı 2.30 sterline bir oda tuttum. Angel’da patronu Rum olan bir fabrikada (tekstil atölyesinde) haftalığı 9 sterlinden ütücülük yapmaya başladım. Fazla çalışma saat ücretim de yalnızca 5 pence’ti. Sabah 9’dan gece 11’e kadar çalışıyordum. Gece işten eve gelince de ne varsa, yumurta ve kuru sovanla karnımı doyuruyordum. Londra’ya geldikten 1,5 yıl sonra önce öksürük oldum, sonra kan kusmaya başladım. Dr. İsfendiyar gittim. Doktor beni hemen Archway’deki General Hospital’a gönderdi. Hastane’de tam 5,5 ay yattım. Beni ölecek diye ayrı bir odaya koymuşlardı. Ölmedim. Biraz iyi olunca da öğleden sonraları 5 saatliğine hastaneden çıkıp dolaşmama izni verdiler. İngilizce bilmediğim için hastalığımın ne olduğunu anlamadım. Şimdi düşününce ‘veremdi galiba’ diyorum…”

“İyi olunca yine fabrikada çalışmaya devam ettim” diyen Mustafa Ali “1977’de sağdan soldan para toplayıp köydeki avratı (nam-ı diğer ‘Kocaana’ Rahime) getirdim. Çocuğumuz olmamıştı. Aynı yıl köyden iki erkek kardeşimin birer oğlunu (Sefer ve Ömer) evlat edinip Londra’ya getirdim. Kuzenim Kâmil de Londra’da vizesizdi, kaçaktı. Beşimiz bir süre aynı odada kaldık. 1979’da Holloway’de iki odalı belediye evine (daire) geçtik. Çocukları burada okula gönderdim. Gerçi onlar okulu bitirmeseler de onların çocukları bitirdi” demişti.

Mustafa Ali, 2000’de emekli olduğunu, çektiği bütün sıkıntılara karşın “Londra’ya gelmekle iyi bir iş yaptığını” söylemiş, “Vesile olandan Allah razı olsun” demeyi de unutmamıştı. Emekli işçi; pişmanlıklarını İngilizceyi öğrenmemesi, ehliyet almaması”, en büyük hobisinin de her sabah 6’da belediye evinin balkonuna konan yüzlerce kuşu beslemek olduğunu söylemişti.

O hayatı boyunca çok küfür etti ama hiç yalan söylemedi, hırsızlık yapmadı, yetim hakkı yemedi, “faiz, altın, borsa nedir” bilmedi, emek sömürmedi, mal mülk- para pul istiflemedi, tatil diye hep köyüne gitti, köyündeki engelliye sandalye göndermeyi caminin morgunu yaptırmayı “gizli hayır” bildi…

“Keşke” diyorum, “Hastane yatağındaki çarşafı dokuyanların, serum şişesini yapanların, çok renkli şu yer mozaiğini ustaca döşeyenlerin ve o güler yüzlü hemşirenin de kendisi gibi işçi sınıfından olduğunu bilseydi. “Keşke” diyorum, sınıfının gücünü fark edebilseydi. ‘Yetti gari!’ dediklerinde daha iyi bir yaşam kurulacağını öğrenseydi. “Keşke” diyorum, o başarı hikayeleri anlatılan patronlara kan kusuncaya kadar artı değer ürettiğini, en yüce değer olan emeğin ve gerçek başarının sahibinin kendisi olduğunu söyleyebilseydi. Hani hayatın akışında haksızlıklar ve terslikler olduğunu sezdi. İşte o zaman bol bol küfür salladı. “Keşke” diyorum, o küfürleri doğru adrese gönderseydi…

Hastaneden ayrılırken o emekçi ellerini tuttum.  Başını sessizce salladı. Tıkandım “Yine gelirim” diyebildim. Bir vedaydı…

***

Yazının aslı Açık Gazete’de yer almıştır, linki: https://www.acikgazete.com/siz-mustafa-aliyi-tanimazsiniz/

*Bu köşe kaleme alındıktan sonraki gün (9 Haziran 2018) Mustafa Ali’nin yorgun kalbi durdu. Mustafa Ali’nin, son günlerini köyünde geçirme isteği de doktorların izin vermediği için gerçekleşemedi. Bu hafta içinde köyündeki mezarlıkta kendi seçtiği yerde toprağa verilecek.