Son günlerde iki tartışma revaçta; biri Halil Berktay'ın başlattığı tartışma, diğeri Yılmaz Erdoğan'ın.

Her iki tartışmanın da kalitesi mühim değil.

Mühim olan şu: Bu sefer tartışmayı politikacılar başlatmadı. Halil Berktay malumunuz bir bilim adamı, Yılmaz Erdoğan da sanatçı.

Nihayetinde politik bir duruşa dayansa da her şeye rağmen hayra alamettir bu.

Çünkü 12 Eylül'den beri aydın veya sanatçıların gündeme oturan doğru dürüst bir tartışması maalesef olmadı.

Zaten nasıl olabilirdi ki; 12 Eylül darbesinin bastığı yerde ot bitmedi.

Ülkeyi çöle çevirdiler.

İnsanlar öyle mankurtlaştırıldı ki, Cemil Meriç'in "idrakimize giydirilen deli gömlekleri" tesmiye ettiği sloganlarını bile kaybettiler.

O kadar ki meydanlara çıktıklarında atacakları tek bir sloganları kalmadı.

Yenisini de üretemiyorlardı.

Çaresizdiler.

Futbol tribünlerinden yükselen tezahüratlara koştular; meydanlarda, mitinglerde slogan niyetine atmak için.

Evet, söz konusu tartışmanın kalitesi değil varlığı önemli.

Yazık, varlığından da rahatsız olanlar var.

Mesela, Ümit Kıvanç ve Nabi Yağcı'nın Taraf gazetesinden ayrılması bu rahatsızlıktan kaynaklandı.

Halil Berktay'ın 1 Mayıs 77 hakkındaki malum yazısını çok abes bulabilirsiniz.

Nitekim Erol Katırcıoğlu dostumuz, "28 Şubat'ı Müslümanlar mı yaptı" sorusu kadar abes buldu ama Ümit Kıvanç gibi çekip gitmedi.

Kim ne derse desin, sonuna kadar demesin mi yani?

"Düşüncelerinize katılmıyorum ama, düşüncelerinizi savunmanız için gerekirse canımı bile verebilirim" diyenlerden değil miydiniz yoksa?

"Bu gazetede 1 Mayıs 77 katliamı solcuların iç çatışmasıdır diyen bir yazar varsa biz yokuz" demeye getirmek ne demek?

Bu tavır "söyletmen vurun"un resisif ifadesi değil mi?

Geçenlerde "Bizde günde beş kez ezan okunur ama filmlerde ezana yer verilmez" diyen Yılmaz Erdoğan'a da aynı tarifeyi uygulayanlar var.

"Buradaki materyalizmin bizdeki karşılığı laikliktir. Bu iş din eşittir yobazlık denklemine kadar gitti. Hepimize yansıyan din deyince gözümüzün önüne Cumhuriyet dönemi filmlerindeki deli, kötü kişiler geldi..." sözlerine cevap vereceklerine, "AKP'ye şirin görünmeye çalışıyor" diyorlar.

Yılmaz Erdoğan'ın bu ifadelerini, "yandaş söylemler" olarak değerlendiren Levent Kırca bunlardan biri.

Aydınlık'taki dünkü yazısında şöyle diyor: "Gazetelerden anladığım kadarı ile yeni çekeceği filmi için hükümetten hatırı sayılır bir para desteği almış. (...) Tabii ki bu destekler karşılıksız olmuyor. Parayı verirler ve karşılığında duymak istediklerini söyletirler size..."

Levent Kırca'mızın kavline göre o "yandaş söylemlerin" nedeni menfaat.

Peki kendisinin menfaati ne?

"İslam'ı yobazlık, Müslüman'ı kötü ve çirkin, materyalizmi laiklik sandık" yollu bir söylemi "AKP yandaşlığı" saymanın ne anlama geldiğinin farkında mı acaba?

Dini, diyaneti, ezanı "savunmayı" AK Parti'ye hasretmekten daha müthiş "AKP yandaşlığı" olabilir mi?

AK Parti'yi iktidara taşıyan biraz da bu kafa değil midir?

Yılmaz Erdoğan "çağdaşlık adına ezanlardan bile kaçar olduk" diyecek, sen buna "AKP söylemi" diyeceksin öyle mi?

Bin tane Yılmaz Erdoğan sabah akşam ezan dese, AK Parti'ye senin verdiğin desteği veremez.

NOT 1: Sevgili dostum İsmail Güneş'in "Ateşin Düştüğü Yer" adlı o güzelim filmi hak ettiği gişeye hâlâ ulaşmış değil. Artık "muhafazakâr sanatı" değil, "muhafazakâr seyirci"yi (ve hatta okuyucuyu) tartışmanın vakti geldi.

NOT 2: Tuncer Cücenoğlu dünkü yazısında ilk tiyatronun Osmanlılar eliyle 12 Ocak 1859'da kurulduğunu, ("Kızıl Sultan" dedikleri) Abdulhamit'in Yıldız Sarayı'nda tiyatro yaptırdığını belirtti. "Divan Edebiyatı" dahil Osmanlı'yı çağrıştıran her şeye küfredilen günlerden bu günlere geldik ya, ne desem bilmem ki.

(Yeni Şafak gazetesinden alınmıştır)