Aslını söylemek gerekirse, kütüphanelerin fonksiyonlarının çeşitlendirilmesi, genişletilmesi, okuyucu (ziyaretçi?) sayılarının artırılması gibi amaçlarla ve eminim iyi niyetle yapılan çalışmalara destekleyici nazarla bakan biriyim. Zira, ne bileyim, kütüphanelerin, okumaya meraklı kimseler için, elini daldıracağı kitap havuzu olmaktan öte, hayatın içine karılmış bir buluşma mekânı haline getirilmesi kötü fikir değil, hani. Eş dostla kitap sohbeti için toplaşabileceniz, bir yandan çayları, kahveleri yudumlayıp, bir yandan da barika-i hakikat aşkıyla müsademe-i efkâr edeceğiniz bir tesis…

Bütün şu anlattıklarımdan sebep, “Yaşayan Kütüphane” kavramını önemser, bunun da, insanların o mekânlarda daha fazla vakit harcamalarını temin edecek dönüştürmeler sayesinde hayata geçebileceğini düşünürüm.

Düşünürdüm. Tâ ki aşağıdaki satırları ve o satırlara dair yazılan yorumu okuyuncaya kadar:

“İstanbul kütüphanelerinin ruhnüvâz sükûneti içinde, ömrümün pek çok saatlerini geçirmiş olan ben, kütüphaneleri ve kitapları pek severim. Şimdiki gibi mektep talebesile ziyaretçilerini çoğaltmamış olan kütüphanelerde benim gençliğimde bir mabed sükûneti, kudsî ve ruhânî bir hava vardı. Ben bütün ıztıraplarımı bu küçük mabedlerin içine gömülerek dinlendirir ve buralarda kendime bir şifa bulurdum. Atıf Efendi, Ragıp Paşa, Murat Molla ve Ortaköy sırtındaki Yahya Efendi kütüphaneleri, hayatın azap ve ıztırabından, sinelerine iltica ettiğim ve saatlerce içlerine gömüldüğüm kudsî yuvalardır.”

Bu paragrafı, Prof. Dr. Bedri Gencer’in Tivitır hesabından paylaştığı, Eski Diyanet İşleri Başkanı Şerafettin Yaltkaya’ya ait bir mektubun giriş kısmından iktibas ettim. Mektup, muhtemelen Muzaffer Gökman’a hitaben, yazarın Murat Molla Kütüphanesi adlı eserinin neşri üzerine kaleme alınmış.

Mektubu şahsi hesabından bizimle paylaşan Bedri hoca, altına şu notu düşmüş: “DİB Şerafeddin Yaltkaya'nın kütüphaneyi bir manevî ada, ibadet ve iltica mekânı olarak tasvir ettıği dokunaklı sözlerini okuyunca, bir de kütüphaneyi bir sosyalleşme mekânı, kafe olarak gören günümüz gençliğine bakınca ister istemez: Nereden nereye? diyoruz. İnsan ve şehir anlamını kaybedince câmi, kütüphane, hamam, çeşme vs, bütün unsurlarının anlamını kaybetmesi de kaçınılmazdır.”

Sonra kendimi düşündüm. Bir kütüphaneyle ilk ciddi “ilişkiyi yaşadığım” yılları. Otuz küsur yıl evvel, Haydarpaşa Lisesi birinci sınıfta, Fransızca hocamız Hamdi beyin dersleri, benim için bir kâbustan farksızdı. Devamsızlık limitim elverdiği ölçüde dersi kırar, Kadıköy’e, rıhtıma inerdim. İki sığınağım vardı orada. Biri, keskin yosun kokusunu içime çeke çeke, telaşla vapura koşturan ahaliyi hayretle, teknesindeki balık kasalarını iskeleye çıkarıp istifleyen balıkçıları ise ibretle seyrettiğim bank. Diğeri, Aziz Berker Halk Kütüphanesi. İlk kütüphane üyelik kartımı aldığım, ilk ödünç kitap tecrübemi yaşadığım ve imzamın bir yetişkin gibi kabul gördüğü ilk devlet dairesi…

• • •

Birden ayıktım ve farkettim ki, kütüphanelerin, istatistik bilimiyle açıklanabilir olmayan, çok daha derin, büyük ve mühim fonksiyonları var.

Endişe buyurmayın, geçmişte olan her ne varsa mükemmel idi, artık her şey çok bozuldu tiradına girişecek değilim. Lakin, endişem o ki, kapısından giren insan sayısını artırmak ve içerde harcadıkları süreyi uzatmak amacıyla kütüphanelerin dönüştürülmesi, oraya “vakit geçirmek” için değil de, “sığınmak” için gelen tefekkür ehline bir nevi eziyet olabilir, onların tek sığınağını ellerinden almakla sonuçlanabilir.

• • •

Son bir örnek ile meramımı az biraz daha şerh edeyim.

Bütün Akdeniz ahalisi gibi, bizim de Toroslar’da bir yaylamız var. Çocukluğumda bütün yazlarım orda geçerdi. Şimdi de, yılda en azından bir hafta, olmadı birkaç gün, yaylaya çıkıp nefeslenmek, hiçbirşey yapmasam da, suyunu içip havasını teneffüs etmek, ruhumu ve bedenimi dinlendiriyor. Tazelendiğimi hissediyorum.

Bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce, müteşebbis bir hemşehrimiz, yaylamızın tam ortasına kocaman bir otel dikti. O yıllarda çokça konuşulmaya başlanan “yayla turizmi”nden pay almak, yaşadığımız ve pek sevdiğimiz yaylamızı cümle aleme gösterebilmek amacıyla yapılan bir yatırımdı, fakat sonuç vermedi. Belki otel sahibinin iş bilmezliğinden, belki şartlar uygun olmadığı için, otel rağbet görmedi. Günden güne çürüyor.

Galiba bu başarısızlığa en çok sevinenlerden biriyim. Çünkü yaylanın benim için ifade ettiği ile, orada birkaç gün geçirmeye gelecek (yerli veya yabancı) turist açısından ifade ettiği anlam arasında dağlar kadar fark var.

Kastım, misafirler değil elbette. Zira misafir, organik münasebetlerle oraya gelmiş kişidir. Evimizin, yaylamızın bereketi, gözümüzün aydınıdır. Oysa turistin ziyareti de, ziyaretçiliği de yapaydır. Elinde “yapılacaklar / görülecekler / tadılacaklar” listesiyle gelir, kâfî miktarda fotoğraf çekip, paylaşımda bulundu mu, çeker gider.

• • •

Yani demem o ki, “yeni kafe konseptleri sayesinde daha çok insanın yolunu kütüphaneye düşürmek” cümlesi kulağa hoş geliyor lâkin bu münasebetle kütüphaneleri “turist”lerle doldurup, oraya ekmek gibi, su gibi, ızdıraplarını içine gömülerek dinlendireceği bir sığınak, şifa bulacağı kudsî bir yuva gibi muhtaç “yerli” ahaliyi taciz etmiş olmayasınız.