Üzerinden iki seyahat geçti, araya gündem girdi. Ama konu, üstünden geçilecek gibi değildi. Zaten bunca ses getirmesi, bu kadar çok sayıda kalem tarafından yorumlanması da sahici bir noktaya, bir gerçekliğe denk gelmesi nedeniyle sözkonusu oldu...

Gazeteciler Yazarlar Vakfı İkinci Başkanı Cemal Uşşak'ın Radikal'den Ezgi Başaran'a verdiği ve "Biz dindarlar Kürtlerin ızdırabını hissetmedik" dediği röportajdan sözediyorum.

Uşşak, geçtiğimiz ayın 10'unda yayınlanan röportajda, "herkesin kendisine göre bir hesabı ve gündemi vardı. Bu hedefine doğru giderken devletle cebelleşmek istemiyordu kimse. Çünkü devletin Kürt sorununa karşı resmi duruşu ortadaydı" demişti.

Bendeniz, Uşşak'ın Gülen cemaati mensubu bir isim olduğu için meseleye öncelikle bu grup nazarıyla baktığını ve "Devletle cebelleşmek istememe durumu"nun Gülen cemaati ve benzeri birkaç cemaat için geçerli olduğunu düşünüyorum. Kanaatimce, muhafazakar-dindar kesimlerin geri kalan ve oldukça büyük bir kesimi için durum daha da vahimdi; bu kesimler bazı hesaplar nedeniyle devlete ters düşmekten kaçınmış filan değildi; bu kesimler, düpedüz devletçiydi.

Çünkü, sadece belli bir hesabı bulunduğu için devletle çatışmaya girmekten kaçınmak; "ya devlet başa, ya kuzgun leşe" düsturunu içselleştirmiş ve devlet kendisine ne yaparsa yapsın katlanmaktan, devletin yüce varlığına zarar verme ihtimalinde ölesiye kaçınmaktan bence daha evla bir seçenektir.

Aynen öyle, Türkiye'deki muhafazakar kesimlerin çok önemli bir bölümü, çok yakın bir zamana dek içlerinde milliyetçi-devletçi nüveler barındıran, Osmanlı'dan tevarüs edilen devlet-i alinin bekası sözkonusu olduğunda geri kalan her şeyin teferruat olduğu kabulüne yaslanan bir geleneğin taşıyıcısıydı.

Dinin-dinayetin bilindiği; Kur'an okunan, baş örtülen evlerden, uğranan onca gadre, maruz kalınan onca haksızlığa karşın, devlete ya da uzantılarına karşı vandal ve yıkıcı bir başkaldırı hareketinin çıkmayışının sebeplerinden biri budur.

Çünkü o evlerde hep, vatanına-milletine-devletine bağlı gençler yetiştirildi. O gençlerin o evlerde öğrendikleriyle, büyüdüklerinde gittikleri İmam Hatip'lerde öğrendikleri hep örtüştü: o süreç, iyi bir insan olmanın iyi bir vatandaş olmakla eşitlendiği bir süreçti.

İyi bir vatandaş olmak da, devletin iyi bellediklerini iyi, kötü saydıklarını da kötü bilmekten geçerdi. Dolayısıyla o süreçten, asla bir isyan çıkmadı.

İmam hatipler örneğini vermem boşuna değil. Çünkü, bu devlete karşı boynu kıldan ince olma, şeriatın kestiği parmağın acımaması gerektiğine inanma serüveninin bünyelere tohum salabilmesinin altını, asıl olarak dini referanslar doldurdu. İslam dininin haksız yere bir kişinin ölümünü alemin ölümüyle eşitleyen bakışı, dindar kesimlerin Marxist-Leninist PKK'ya olan mesafesini daha da derinleştirdi. PKK'ya mesafe koyup, Kürt halkının kimlik taleplerine karşı duyarlı olan müslüman tipi de, ancak 2000'lerden sonra mümkün olabildi.

Bunun sebeplerinden biri, daha önceleri (50'ler sonrası için geçerli bu durum) hafiften hafiften başı okşanan dindar kesimlerin 28 Şubat'la birlikte devletten ilk gerçek tokadı yemesiyse, ikinci sebep 80'ler sonrası Kürtlerin politikleşmesi oldu.

Kürtlerin etnik kimliklerini dini kimliklerinin önüne geçirmesi, "Kurtuluş Savaşı'nda birlikte savaştık" argümanının muhafazakar kesimler nezdindeki gücünü eksiltti. Dolayısıyla muhafazakar kesimler, bir Said-i Nursi'ye olan ilgi ve merakını, bugün dahi çok dindar bir toplum olan Kürtlerden esirgedi. Çünkü sözkonusu itikada göre, dinin zayıfladığı ya da yerini ladini hedeflerin aldığı cemiyetlerde ırkçılık ve ihtilalci ideolojiler yayılırdı.

Muhafazakar kesimlerin bu yönelimi doğru muydu, yoksa yanlış mı; İslami miydi yoksa gayri dini/ahlaki mi? Elbette katman katman, kalem kalem tartışılır konular bunlar.

Ancak haticeye değil neticeye bakmak gerekirse, son 10 yılda muhafazakar kesimler, Kürt halkının taleplerini duymak, acısını anlamak, ızdırabını hissetmek yolunda büyük mesafe katetti. İtiraf etmek gerekirse, bu mesafe biraz da Türkiye'nin geçirdiği dönüşüm sayesinde, görece özgürlük ortamı nedeniyle sesleri daha duyulur hale gelen liberaller sayesinde oldu.

Ancak, bir günün geleceği ve o gün liberallerle dindar kesimlerin yollarının ayrılacağı da mukadderdi. Bu ayrışma yavaş yavaş uç vermeye başladı; ama bu bir başka tartışmanın konusu.

Sonuç; sebepleri makuldür ya da değildir, kanaatimce Cemal Uşşak tezinde kesinlikle haklıdır.