Gün doğmadan önceki o saatleri dün gibi hatırlıyorum. Sabaha yakındı. Ankara’da, Başbakanlığın önündeki merdivenlerde bekleşen gazeteci gurubu arasındaydım. Önce Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in özel temsilcisi Joseph Sisco koşarak indi merdivenlerden, ağır gövdesinden beklenmeyen bir süratle. Hiçbir şey söylemeden Amerikan Büyükelçiliği’nin bekleyen arabasına bindi ve hızla ayrıldı. Saniyeler sonra korumalarına Başbakan’ın dışarı çıkmakta olduğunu haber veren ziller çaldı. Başbakan Bülent Ecevit koşar adımlarla merdivenlerden indi ve o da bize konuşmadan arabasına bindi. Araba burnunu Çankaya istikametine çevirdi, sonra sağa döndü.

“Genelkurmay’a gidiyor” diye bağırdı bir gazeteci ve herkes o tarafa doğru koşmaya başladı. Olduğum yerde, Başbakanlığın merdivenlerinde kaldım. Yanı başımda Ecevit’in ardından merdivenlerden inen danışmanı Ahmet Yücekök duruyordu. Az önce gazeteci ve polis kaynayan yerde ikimizden başka kimse kalmamıştı.

Yücekök’ün yüzü bembeyazdı ve burnundan soluyordu.

“Ne oluyor?” diye sordum.

“Çıkıyoruz” dedi.

“Nereye?” dedim, herhalde hayatımda sorduğum en aptalca soruyu sorarak.

“Nereye olacak?” dedi Yücekök.

Koşarak (o zamanlar hem Ecevit hem de ben koşabiliyorduk) Büyük Ankara Otel’ine gittim. Otelde uyuyanlar arasında bir sürü yabancı gazeteci vardı. Bunlardan biri o zamanlar muhabirliğini yaptığım BBC’nin Londra’dan yolladığı haberci idi. Asansörle bulunduğu kata çıkıp odasının kapısını yumrukladım. Pijamalarının içerisinde kapıyı açıp uykulu gözlerle yüzüme baktı. “Hemen Londra’ya telefon yazdır” dedim. “Türkiye adaya çıkıyor.”

Muhabir bir süre düşündükten sonra yüzüme baktı. “Yapamam” dedi. “Savaş çıkmadan savaş çıkıyor diye haber veremem. Çıkartma olmazsa beni işten atarlar.” “Olacak. Telefonu bağlat haberi ben vereyim.” “Olmaz. Ben Londra’yı arayıp hazırlıklı olmalarını söyleyeceğim.”

Boş koridorda açık bekleyen asansöre binip aşağıya indim ve yavaş yavaş geri, Başbakanlığa doğru yürümeye başladım. Sokaklar bomboştu. Gün ağarıyordu. Hayatımın en büyük haberini yakalamıştım ama haybeye gitmişti. Ama umurumda değildi. Mutluydum. Başımı mavi temmuz gökyüzüne çevirdim, Kıbrıs’ı bombalamak üzere kalkacak uçaklar Ankara’nın üzerinden uçup adaya öyle gidecekmiş gibi.

Başbakanlığın önünde Ecevit kalabalık bir haberci gurubuna çıkartmanın başladığını açıklıyordu. Yaklaştım. Bir ara göz göze geldik. Gözlerinin içi gülüyordu. Gözleri ile bana “senin adanı kurtarmaya gidiyorum” dedi. Ortalık aydınlandı. Ecevit ayrıldı, haberciler bürolarına doğru yola koyuldular. Başında tablası bir simitçi geçiyordu. Dışişleri Bakanlığı’nın birinci kat pencerelerinden biri açıldı. Biri simitçiye para attı. “Bana bir simit.” Başımı kaldırdım. Dışişleri Bakanı Güneş yüzünden eksik olmayan alaycı gülümseyişi ile pencereden sarkmış simitçinin kendine simit atmasını bekliyordu.

Aradan otuz yedi yıl geçti.

Son günlerde adada şöyle bir hikâye duydum. Kıbrıslı Türkler İsmet İnönü’ye gidip “Paşam, bizi kurtar!” diye yalvarmışlar. İnönü, uzun bir sessizlikten sonra, “Kurtarmasına kurtarayım da” demiş, “Ondan sonra bizden sizi kim kurtaracak?”