Saat öğlenin ikisi. Özel şirkete ait bir şehir içi otobüsündeyim. Hemen hemen yarısı dolu. Cam kenarında, ön hizada fakat yan tarafımda 60 yaşlarında bir bey oturuyor. Boynunda kimlik kartı var ama göremedim neyin nesi. Hoş görmekte istemedim ya... Tek kulağında Apple kulaklığı takılı ve çakır keyif. Üzerinde lacivert kot pantolon, başında siyah yün şapka, üzerinde açık kahverengi kışlık bir mont. Otobüsten inene kadar tüm bayanlara bol şanş diledi. Özellikle de telefonda konuşanlara. Sonra döndü dediki her birine “O sizi seviyor”. “Ben City and Arndale de çalışıyorum ya siz ?” Arndale Manchester ilinin merkezinde en büyük iş yerlerini bir araya getiren büyük bir alış veriş merkezi. Sonra o gizemli bey öyle bir kalktı ki yerinden, şöföre yaklaşması ve yüksek sesle seslenmesi bir oldu; herkesi irkitti. ‘Tamam kavga çıkacak’, dedim. Halbuki dövercesine seslenişinde beni ilerde indir sözleri geçiyormuş. İngilizce bilmeseydim ‘tutun ellerini’ diye bağırmıştım. Öyle bir yaklaştı ki... Gözlerim fal taşı gibi açılmış, yuvasından çıkacak gibi bekliyorlardı. Üçe kadar saydım içimden ve etrafı gözetledim. İnsanlar alışmış olmalılar ki ses yoktu... Göz göze geldik sonra ‘Lady have a nice day’ (Hanımefendi iyi günler) dedi bana. Tebessüm ettim, kafamı salladım kabul anlamında... O inerken bir bayan bindi, bu bayan zamanında avukat imiş.

Hayda... Havalı İngilizcesi ile ülkede olan biteni tam on beş dakika içinde özetledi. Pür dikkat dinledim. 1.50cm boylarında, siyah uzun örgülü saçlı, siyah uzun mantolu, esmer, yaşı nerdeyse 55-60 arasında elinde bordo küçük bir bavul, iki çanta dolusu kitap, şemsiye ve bir poşette yemeklikleri olan bir bayan. İngilizcesi resmen Queen İngilizcesi gibi idi; en çokta bu tarafını beğendim. Özetlemesi suç, ceza, sistem ve hakimler üzerine idi. Kuş gibi bir çırpıda döküverdi derdini, fikrini, eğrisini, doğrusunu... Hiç kimseden ses çıkmadı... Oysaki söyledikleri doğruydu ama... Gel gelelim Manchester’da tanımayan yoktu bu hanımı... Akıllı bir bayan ama delirtmişler işte. Oğlu sisteme kurban gitmiş kendi görüşüne göre... Bir ah çektim içimden, duvarlar olsaydı yankılanırdı; sıradaki gelsin ben inmeden dedim. Sıradaki... Kadın zaten üniversitelere yaklaşınca indi... Sonra biri kalktı Hz İsa’dan bahsetti. Yarışa mı girdi bu insanlar? Anlaşmış gibiler. Çok geçmedi iki Afrikalı bindi ve ‘goodbye my friend, I know I will never see you again’ (güle güle arkadaşım, biliyorum seni asla göremeyeceğim) şarkısını söylemeye başladılar. Nasıl bir otobüstü bu, ardı ardına yüklenmiş farklı film şeritleri gibi... Her durakta ayrı bir hikaye. O Manchester şehrinin soğuk ayazında ‘ağlasam mı ağlamasam mı?’ türkümüzle içimden söylene söyle indim otobüsten. Sonra Kızıltuğ’un ‘Yalancı’ parçasını, ardından Erzincan türküsü olan ‘Ne ağlarsın benim zülfi siyasım’ı söyledim hem de la notasından haykıra haykıra. Üzerimde kısa vişneçürüğü mantom, başımda zor duran şapkam ve elimde öğretmenliğimin ilk günü için hazırladığım ders notlarım vardı. Hiç kimse bana bakmıyor bende Türkçe haykırıyordum sokakta Türkçe... Muhteşemdi... Benim için lise yıllarından sonra yaptığım ilk çılgınlığımdı; sokakta bir ilk ve ben...

Sonra saatimin alarmı çaldı. Uykudan uyandığımda sesim kısılmıştı... Ders notlarım yerindeydi. Kalktım, pencereden arabama baktım, camları buz tutmuştu... Yolumun ikinci yarısında otobüsle gitmem gerekiyordu. Günü çok merak ediyorum.