Sırf adına vuruldugu icin taşınmıştı Bestekâr Selahattin Pınar sokağına. Delice degil mi? Güzide bir sokak olduğunu keyifle anlatır dururdu başka şehirlerdeki dostlarına. Denize paralel dar yolda yürürken kendini bir film setinde hayal ederdi. Ne görse selam verir, evlerin önündeki karanfillere sevgi saçardı. Kayıtsız kalmazdı onun içtenliğine hiçbiri. Nefis esanslarını çıkarıp sunarlardı cömertçe. Leyla bunu lütuf olarak kabul eder, ruhunu bir tek onların gördüğünü düşünürdü.

Bakmayın siz Leyla’nın arada tatlı bir hipomaniye kapılmasına. Onun iyi bir filtresi vardı. Bastırırdı baharat kokulu deneyimlerini. Sadece portakal çiçeğine benzer kokulara kucak açardı. Öyle başa çıkardı hayatın tahterevallisiyle. Çocukluğunun belki de bebekliğinin çok eskide kalan kısmında tek bir anın huzuru vardı. Yaşamı boyunca yankılanıp duran o huzurun kokusuydu. Leyla kendi hikayesini durup dinletecek o kokunun peşindeydi.

Sözler kendisini ele verecek korkusuyla, sese ve kokuya olan ilgisi yoğunlaşmıştı son yıllarda. Seslerin de kokusu vardı. İcabet ederdi davet ettiklerinde. Çağırıyordu yine biri. Muzip bir esintiyle gelen kokuya doğru adımlarını hızlandırdı. Balkondan bakan yaşlı adama “Günaydın!” dedi. Bu mahallede herkes tanısın tanımasın selam verir, tebessümünü esirgemezdi birbirinden. İçten ve sıcak... İşte en çok sevdiği mahalle; bozulmamış dokusuyla. Çocukluğundan kalan bir parçayı tamamlıyordu. Evinin önünden sarkan ağaca dikmişti gözünü yaşlı adam. “Ne güzel akasya değili mi?” dedi. Leyla ağaca iki adım daha yaklaştı. Avcuyla çiçeğin moruna dokundu. Kokuyu çekti içine derin derin. Mor salkımdı bu. Ne zaman kokusunu alsa çocukken seksek oynadığı mahalleye yolculuk yapardı. Tek bir kokuyla zihninde pek çok görüntü belirirdi. Önce doğduğu mavi badanalı ev gelirdi aklına. Sonra kalanı birer birer hafızasında canlanırdı.

Devam etti yürümeye. Burnuna çalınan başka bir koku vardı. Nereden geliyor diye arandı. Koku avcılığı hoşuna gitmişti. Bütün duyuları ayaklanmıştı. Eski çeşmenin önüne geldiğinde sahile inen merdivenlerin başında öylece duran bir adam gördü. Uzaktan garip görünüyordu. Yakınlaşınca buram buram mavi koktu. Her sabah namazdan sonra sessizce çıkarmış evden. Tam o noktadan seyredermiş balıkçı teknelerini; çarpışmadan, kanatları birbirine değmeden gökte çalım satan martılara imrenerek. Kaptanlık yapmıyormuş artık ama iyot kokusu sinmiş üzerine iyice. Ufuklara bakarken burnunun direği sızlarmış. Nasıl bir özlem bu. Var mıdır kokusu? Sabun mu, köz mü, yoksa taze pişmiş poğaça mı?

Kaptan anlattı hikayesini. Kendi koku hafızasına dalan Leyla yarısını duymamıştı. Taşa oturmuş, denize yakın bir kasabada geçen kendi çocukluğunu izliyordu. Annesini ondan kopardıklarında 5-6 yaşlarındaydı. Yağmur yoktu o sabah. Sonra babaannesi baktı ona. Daha fazlasını hatırlamak istemedi. Küçük bir detayın arkasında ne çok, ne karmaşık işler var diye geçirdi aklından. Kaptanın hikayesinde de kayboluş, vazgeçememe ve arayış vardı. Anlattıkça dolaştı geçmişin koridorlarında. Ne çok şeyler saklarmış içi, ne güzel yollar, ne kederli loşluklar... Düşüncelerinden parfüm yapmak istedi bir an. Sonra ne yapardı onları? Küçük şişelere doldurur, her birini zihninin koku hafızasında saklardı muhtemelen. Bulurdu bir yol illaki.

En sevdiği sokakta, iyileşeceğine inandığı kokunun peşinde melankoliden coşkuya, oradan heyecana adım atıyordu. Kıpır kıpır hâlleri, uykusuz vücudunu yormuştu. Setüstü’ndeki bankta kendinden geçiverdi. Çok geçmeden çöp arabasının sesi ve pis kokusuyla kendine geldi. Çöpçülerin üzerine sinen ağır koku diğerleri gibi çağırmak yerine itiyordu belki ama kıymetli değil miydi? Emeğin kokusuydu kaçmak istediği. Daha önce hiç böyle düşünmemişti. Onlara da selam verip, “Kolay gelsin!” dedi. Kalkmadı yerinden. Kaçmadı bu sefer.

Kokuların öyküleri yaşamın bütün sırlarını içinde saklar. Kimi zaman aratır, kimi zaman kaçırır.

Her kokuyla aradığı cevapları bulur gibi oluyor. Sonra bir bakıyor, sorular değişmiş.  Geçmiyordu isteği.

Şefkatin kokusuydu aradığı aslında. İlk süt emdiği yer... Hatta daha da öncesi, ana rahminin buğulu kokusunaydı özlemi.

Dünyaya gelmişti bir kere. Tedavisi yoktu ama insan ya bu, unutur sürgünde olduğunu. Yadsımadan çıkamaz. Her kokuda o tastamam hissettiği yeri arıyordu ruhu. O kokuya kavuşana kadar da sürecekti macerası.

Yasemin Irak