Kıbrıs’ta, Rum yönetiminin belirlediği münhasır ekonomik bölgedeki  Afrodit alanında, İsrail’in Leviathan ve Tamar bölgelerinde ve son olarak da Mısır’ın Zohr bölgesinde bulunan doğalgaz rezervlerinin, bölgeye çok ciddi ekonomik yatırımlar getireceği ve Kıbrıs’ta da siyasi çözümü kolaylaştıracağı beklentileri yükselmiştir. Hatta Kıbrıs’ta bir çözümün maliyetinin de önemli ölçüde Kıbrıs açıklarında bulunan doğalgaz kaynaklarından gelecek gelirle kapatılabileceği de konuşulmaktadır. Ancak sorun AB’nin de konuya dahil olması ile daha geniş bir stratejik alana yayılmıştır. Soruna, Avrupa Birliği bağlamında bakalım:

Avrupa Birliği’nin, Rum tarafını bir çözümden önce “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak AB’ye tek taraflı üye yapmasının gerisindeki esas nedenlerden birinin Kıbrıs açıklarında keşfedilen ve daha da keşfedileceği tahmin edilen doğalgaz kaynakları olduğu bilinmektedir. AB, bu hareketi ile, bu doğal kaynakları kendi bünyesine almak için stratejik bir hamle yapmıştır. Bu hareket de, Rusya’ya enerji konusundaki bağımlılığı azaltma çabasının bir parçasıdır. Kıbrıs sorununun çözümü konusunda devam eden müzakerelerin, bu hidrokarbon kaynakları ve AB’nin bu konudaki politikası nedeniyle nasıl etkileneceği ciddi bir sorudur.

Bu konuya kısaca bakalım. Nasıl ki 2002-4 Annan Planı müzakereleri döneminde Kıbrısta tarafları çözüme  motive edebilecek ve baskı hissedebilecekleri  esas konu, AB üyeliği olmuşsa şimdi de bu factor bu hidrokabon rezervleridir. Ancak bu büyük fırsat 2004 yılında kaçırılmıştır. Çünkü AB yetkilileri, 2002-4 döneminde tüm uyarılara ragmen, bir çözümden önce, Rum yönetimine tüm Kıbrıs adına üyelik garantisi vermiş ve bunun üzerine de Rum yönetimi, Annan çözüm planına hayır kampanyası yürütmüş ve referandumda Güney Kıbrıs’tan ‘hayır’ çıkmıştı. Burada Rum tarafı durumu şöyle gördü: Şimdi ciddi taviz verip tek hakimi olduğu devlette sadece “ortak” konumuna inmeyi kabul etmek veya plana hayır diyerek AB ye girip onun desteğiyle Türkiyeden üyelik sürecinde taviz koparmaya çalışmak. Rum tarafı ikinci opsiyonu seçmiştir çünkü hayır dediği zaman herhangibir bedel ödemeyeceğini bilmekteydi.

Acaba şimdi AB ne yapacaktır ? Türkiye ile bazı alanlarda rekabet yüzünden ve bu hidrokarbon kaynaklarını, kendi bünyesine almak için  bunlar “Kıbrıs Cumhuriyetinin” hakkıdır deyip, Rum yönetimi çözüm olmasa da bunları işletip gelirini elde edebilir noktasına gelir mi? Böyle olursa bu çözüm çabalarına ciddi bir darbe vuracaktır. Çünkü eğer hiçbir bedel ödemeden tek yanlı olarak tüm hidrokarbon kaynaklarının kendisine peşkeş çekileceğini düşünüyorsa Rum tarafı neden bir çözüme gidip bunları ve devleti Kıbrıslı Türklerle paylaşsın ?

Bugün Doğu Akdeniz bölgesine sahildar ülkeler, münhasır ekonomik bölgeleri konusunda henüz tam bir mutabakata varmamışlardır ve dolayısıyla bölgede bulunacak kaynakların kime ait olduğu da tartışmalıdır. Burada, bir taraftan Yunanistan tarafının  Girit, Kaşot, Kerpe ve Meis adalarını birleştiren hattı esas alarak Mısır ile münhasır ekonomik bölge (MEB) sınırı çizme çabaları; diğer taraftan da, Güney Kıbrıs Rum yönetiminin; ortay hatları esas alarak bunları hakkaniyet çerçevesinde ayarlama yapmayı düşünmeden, münhasır ekonomik bölge sınırlandırması yapma çabaları devam etmektedir. Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetiminin çizdiği deniz haritalarına gore kendi münhasır ekonomik bölgeleri birleşmekte ve bölgede en uzun kıyı şeridine sahip olan Türkiye, adeta Antalya körfezine hapsedilecektir. Doğu Akdeniz’deki geniş alanda ise çok az  münhasır ekonomik bölgeye sahip olacaktır çünkü bu alan Yunanaistna ve Rum tarafı arasında paylaşılacaktır.

Rum yönetimi ayrıca Kıbrıs Türklerine de, ancak bir çözüm olursa, bu kaynaklardan faydalanabileceğini söylemektedir. Bunun için de Rum tarafı  bu kaynakları işletip, çözüm sonrası almak kaydıyla, Kıbrıs Türklerinin payını bir bankada tutabilir gibi tuhaf bir de tekliften bahsedilmektedir. Yani Rum yönetimi, bu kaynakları, müzakerelerde Türk tarafından taviz koparmak için bir araç olarak kullanmaya çalışmaktadır.

Rum yönetimi, bir adım daha atarak kendi münhasır ekonomik bölge olarak belirlediği alanları parsellere ayırarak, Batılı petrol ve gaz şirketlerine buralarda keşif ve sondaj yapma ruhsatları da vermektedir. Şirketler de, hem bu bölgelerde, hem de Türkiye ile tartışmalı olan parsellerde çalışmalar yapmaktadır ve bunlar da krize neden olmaktadır. Burada, Rum yönetimi; bir taraftan AB’nin, diğer taraftan da ruhsat verdiği Batılı şirketlerin ait olduğu ülkelerin desteğini alarak, bu kaynaklara sahip çıkabileceğini düşünmektedir.

Rum-Yunan yanlısı bazı yazarlara göre, Kıbrıs’ta bir anlaşma durumunda, AB, bölgede Rum tarafının iddialarına uygun şekilde bir politika izleyecektir. Buna dayanak olarak ise, AB’nin UNCLOS III adı verilen BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni kendi acquis communautaire’i olarak kabul ettiği için, bir çözümde Türkiye’den bunun prensiplerini de kabul etmesini isteyeceği gösterilmektedir. Bu ise, Rum-Yunan tezlerini destekleyen bir yaklaşımdır. Bu gerçekleşirse, AB üyesi olan “Kıbrıs” ve Yunanistan’ın münhasır ekonomik bölgeleri maksimum alana ulaşacak ve birleşecek ve Türkiye’nin açık denizlere çıkması adeta bloke edilecektir. Türkiye, en uzun kıyı şeridine sahip ülke olmasına rağmen, kıyılarının ötesinde açık denizlerde bir münhasır ekonomik bölgeye sahip olamayacaktır. Durumun bu olması halinde, ortaya ciddi anlaşmazlıklar çıkabilecektir.

Bazı Rum-Yunan yazarların görüşü ise şöyledir: “Türkiye halen Ege ve Kıbrıs’ı “özel durum” olarak ilan etmiş ve buralarda UNCLOS III’u uygulamamakta ve hakkaniyet prensibini savunmaktadır. Aslında dünyada hakkaniyet prensibinin de karmaşık olan bazı bölgelerde kullanıldığı bilinmektedir. Türkiye, hem UNCLOS’u imzalamamıştır, hem de ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımamaktadır. Bu nedenle de, hem Rum tarafıyla deniz alanlarının paylaşımını görüşmüyor, hem de UNCLOS’u uygulamıyor. Ancak bir çözüm sonrasında Türkiye, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıyacağından, Kıbrıs’taki politikası ile Ege’deki politikası çatışacaktır ve bu yüzden tezlerinde tezat ortaya çıkacak ve durumu zayıflayacaktır. ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’yle konuşmak ve UNCLOS III’u uygulamak yönünde ciddi baskı altında kalacaktır.” Ancak burada dikkatten kaçan birkaç noktayı belirlemek gerekir:

Birinci nokta, Rum yönetimi Türkiyenin Mısır ve İsrail’le ilişkilerinin iyi olmadığı bir dönemde bu ülkelerle anlaşmalar yaparak münhasır ekonomik bölgeleri tamamen kendine uygun şekilde belirlemeye çalışmıştır. Ancak şimdi Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri tekrar iyiye doğru gitmektedir ve işbirliği alanları açılmaktadır. Denklem Rum tarafının aleyhine dönmektedir. 

İkinci nokta, Kıbrıs’ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması durumunda, her şeyden önce, Kıbrıs Türk tarafı da, Rum tarafı ile birlikte Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eşit ortağı olacağından; artık Kıbrıs’ın dış politikasında ve imzalayacağı uluslararası anlaşmalarda ve bu hidrokarbon kaynaklarının işletilmesi konusunda verilecek kararlarda da eşit söz hakkına sahip olacaktır. Sonuçta bir çözümde, Rum tarafının; bugüne kadar Mısır, İsrail ve diğer bölge ülkeleriyle yaptığı ve Türkiye’yi dışlayan deniz alanlarının belirlenmesi ve hidrokarbon konularındaki anlaşmaların yeniden gözden geçirilmesi gerekecektir.

Üçüncü nokta, bu tür müzakerelerde, taraflar, birbirlerinin imzaladıkları uluslararası anlaşmaları teati ederler ve taraflardan her biri, kendini zora sokacak olan anlaşmaları reddedebilir. Böylece, bu anlaşmalar, yeni ortaklık cumhuriyetinde geçerli olmayabilir veya bu anlaşmalardaki olumsuz unsurları değiştirme yoluna gidilebilir. Bu sözleşme veya anlaşmalar imzalandı da değiştirilemez ve taraflar bir çözümde bunların tümünü kabul etmek zorundadır diye bir şey söz konusu değildir. Annan Müzakerelerinde de benzeri bir metod izlenmişti.

Varılacak bir çözümde, bu konularda önceden bir anlaşmaya varılması kritik önemdedir. Zaten bu gerçekleşmezse, ya bir anlaşmaya varılamayacak ya da varılacak bir anlaşma metninde bu konular açıkta bırakılırsa, ileride çok ciddi ihtilaflar kendini gösterebilecektir. Bu nedenle, son aşamaya gelmiş olan Kıbrıs müzakerelerinde bu konular ele alınmıştır veya alınacaktır diye düşünmek gerekir.  Bu konuda varılacak mutabakat ve anlaşma, bölgede bir işbirliği tesis edecek nitelikte olmalı. AB, Kıbrıs’ta yine dayatma yapmaya kalkarak, rekabeti ve ihtilafı artıracak bir rol oynamamalıdır. AB nin 2004 de bu konuda yaptığı hatadan ve sonraki politikasından ne derece ders aldığını yakında göreceğiz.