Eğer birgün hayat anlamsızlaşırsa ve insan, dertleriyle baş edemez bir hale gelirse, ilk yapmak isteyeceği şeylerden birisi de kendinden kaçmayı istemek olacaktır, yada kapanmak, kapanabildiğince hayata.  

Saklanacaktır tüm yaşanmışlıklardan ve yaşanmasını istemediklerinden.  Belki acı vermek, belkide acı çekmek istemeyişindendir bencillik kusan davranışları, kim bilir... 

Bilmiyordur, oysa ki, daha çok acı verdiğini, daha çok yaktığını  ve yıprattığını. 

 

Ama bunun adı düpedüz korkaklıktır.  Yüzleşmeye yürek yetiremediği ve göğüsleyemediğindendir cesaret çizgisini.  O yüzden hep sona kalacaktır hayat maratonunda, hep yenilmeye mahkum edecektir kendisini, yenebilecekken tüm korkularını.  Zayıflığın en kuytu köşelerine sıkıştırmaya çalışır ezik bıraktığı ruhunu, ama gömemez hiçbir duygusunu toprağa ve bastıramaz yanlızlığın ona acı verişini kaygısızca.

 

Ne yaptığını sanıyor ve ne yapmayı umuyordur, kendiside bilmez aslında.  Göz koymuştur hain bakışlarıyla kaçışlara, ama menzil yoktur ortada. 

Yolunu şaşırır durur, ikilemler yaşar yürek okyanusunda, boğulma tehlikesi geçirmekle sürdürür ömrünün geri kalan kısmını ve bir kayık bekler girdaba düşmekteyken ona el uzatıp kurtaracak. 

Oysa, kendisi kapamıştır ona giden tüm yolları ve kapıları umursuzca, farkında değildir.  “Vuslat’ı firak’ta” arar en çaresizliğiyle, tüm çarelere sırtını dönerken.  Kavuşmayı, kaçışlara kurban eder ve yenik düşer kendi iç çekişmelerine. 

Can kırıklarıyla hançerler, ona, senin için varım diyen sevgi dolu kalpleri.  Hançerler, hençerler ve yine hançerler... hiç durmadan, tükenmeden. 

 

Acil servise kaldırılan ruhu için bir medet bekler tabiplerden, ama onlarda da sadece, öldürmeyip süründürecek kadar, herkesleşmiş panzehirler vardır ve olmaz derdine derman.  Yatalaktır artık, kaçacak mecali kalmamış ve düşüncelere dalmıştır, ne hale geldim ben böyle diye. 

İçindeki fırtınaları dindiremez,  yenik düşer kaçmalara ve hayata, hatta kendisine ve onu sevenlere.  Katre katre gözyaşları dökülür ıssız bir adada kaybettiği yüreğinden, ve yüreğini bıraktığı yere geri dönmek ister, ama mecalsizdir artık gitmelere. 

Ne geri dönebilir, nede kaçabilir bir vaziyettedir artık.  Kaybetmiştir herşeyini, umudunu, kalbini ve ruhunu, kaçarken bitmelere yenik düşmüştür hesapsızca. 

Beyaz bayrağı dikse de yaşananlara, karşıda barış yapacağı kimsesi kalmamıştır, geç kalmıştır sevenlerine ve vakit çok geçtir rüyalarını gerçekleştirmeye. 

 

Kan kusmuştur konuşamadığı tüm cümlelere, amansız bir girdabın en acımasız boşluğunda asılı kalmıştır tüm sevgileri ve yara almıştır en onulmazlığıyla, kahredercesine tüm umutlarına. 

Çıkmaz sokaklarda kendi kendini vurmuştur tek kurşunla şakağından.  Sürünür mü ölür mü bilemem ama, kaybetmiştir artık tüm değerlerini ve bunu kendisi seçmiştir acımadan, acı çektirdiklerine. 

Tüm benliğiyle dibe vurmuştur kırık bir yelkenli misali ve küsmüştür tüm dünyaya.  Sukut etmiştir hayata, tüm yaşananlara, yaşanmayacaklara ve yaşanası olan ne varsa kayda değer.  Anlasada kendinden kaçamayacağını, kaçırmıştır artık avucundaki tüm “ben”leri ve “sen”leri...

 

Bu yazıyı umuda bağlamamı beklemeyin benden, çünkü henüz, “serap” bile görünmemiştir ufukta umud’a dair ve seraplar yalandır, aldatır sadece. 

Kendinden kaçmaya çalışırken, sevdiklerinden kaçan bu insan’ın elinden tutsak mı yeniden sevgiyle? 

Yoksa bıraksak mı en çaresizliğiyle virane yüreğini, bizde onun gibi yıkarak, yakarak ve acı çektirerek, umursuzca? 

Sahi, hangisini yapmalıyız bir daha ezilmeden?