''Bir Türkiye düşünüyorum;
Suyuna, lağım suyu karışmamış...
Sebzesi, meyvesi hormonsuz...
Taksicileri güvenilir...
Trafiği kazasız, küfürsüz...
Kanunları kalıcı...
Gazete haberleri yalansız, abartısız...''

Birkaç günlük turist olmanın lüksüyle ilk durak Santoron;
Kayalıkların üzerine kurulmuş bu volkanik adaya, kıyıdan ya katırlarla tırmanıyorsunuz ya da teleferikle...
Yukarı çıkabilmek için bekleme kuyruğu, adadaki turist yoğunluğuna göre değişiyor. Bekleme süresi genelde 30 dk ile 1,5 saat arası.
Sebebini hatırlamıyorum ama sanırım basiretim bağlandı, kendimi kuyruk beklemeden korsan katırın üzerinde buldum. Öyle korktum ki, hayatımı bir film şeridinde bile göremedim.
Teleferikle çıkılacak kadar dik olan yokuşu, katır üstünde 20-30 dk da çıkmak o an bana ölümü hissettirse de, şu anda gezinin en unutulmaz anı olduğunu düşünüyorum.

Ama yine de adrenalin tutkunu olmadığımdan, bir daha ki gidişimde kesinlikle teleferik beklemekte kararlıyım. Belirtmek zorundayım, kesinlikle çıkışta ve ya inişte yürümeyi denemeyin. Katır yolu oldukça kalabalık olduğundan, onların arasında yürümeye çalışmak en tehlikeli olanı.
Ardından Mikanos. Burası Santoron’un aksine düzlük bir ada... Dükkanları ve restoranlarıyla ışıltı saçıyor. Gündüz dükkanlar kapalı olduğundan, gemiler genelde adaya akşam yanaşmayı tercih ediyor.
Yunan esnafı oldukça rahat ve samimi... Zar zor telaffuz ettiğim yunanca “efharisto” (teşekkür ederim) ya cevap olarak, onlarda benimle hep Türkçe konuşmaya çalıştı.
Yunan adalarında, halk dilinde söylemek gerekirse hiç kazıklanmadım! Adalarda gezerken yanımızda pasaportumuz yoktu ve hiç sorun yaşamadık.

Taa ki İstanbul’ a giriş yapana kadar…

İlk macera Karaköy liman girişinde yaşandı. Türkiye sınırına girmemizle “Türkiye’ye hoş geldiniz’ der gibi gümrükte bekletildik. Çünkü tur şirketimiz İzmir'den yurt dışına çıkışımızı gümrüğe bildirmemiş ve polis memuru aynen şöyle dedi : " Şu anda illegal yolcu durumundasınız" yani resmen ülkeye kaçak girmişiz.

Ben her ne kadar “ Kendi ülkemize girerken nasıl kaçak oluyoruz” diye düşünsem de, akıllılık edip susmayı tercih ettim. Eğer gemiden yolcu listesine ulaşamasalardı, bizim hakkımızda tutanak tutulması gerekiyormuş, ödememiz gereken 550 TL de hoş geldin vergisi olacaktı.
Neyse, 1 saat bekledikten sonra İstanbul’a giriş yapabildik.

Her İstanbul'a gittiğimde taksiciler tarafından kazıklanmak canıma tak ettiğinden bu sene değişik bir taktik uyguladım. Otel görevlisinden gideceğim yerlerin yaklaşık para miktarını öğrendim.

Taksiye her bindiğimde “hangi yoldan gidelim abla” sözünü duyduğumda gidilecek yol miktarını bildiğimi ve eğer daha fazla tutarsa vermeyeceğimi söyledim.

Oh, artık rahatım şimdi. İster uzun yoldan götür ister kestirmeden , keyfin bilir…

Madem alnımızda turist yazıyor, bu sefer taksicilere işkence sırasının bana gelmiş olmasının mutluluğuyla yollar zevke dönüşüyor.
İstanbul'da, bir İstanbul'lu olarak benim yaşadığım, aptal yerine konulmamak için çırpınışımın, yazılara konu oluşundan başka bir şey değil.

Daha sonra da, gittiğim bir çok yerde satıcılıkla dilenciliğin karıştırıldığı bir görüntü.

Ne acı değil mi? Kendi vatanında paranı cebinden almak için kolundan çektiklerinden, hiç tanımadığın Yunan adasındaki huzuru, bir türlü yakalayamıyorsun.
"Bir Türkiye düşünüyorum;
Suyuna, lağım suyu karışmamış...
Sebzesi , meyvesi hormonsuz...
Taksicileri güvenilir...
Trafiği kazasız, küfürsüz...
Kanunları kalıcı...
Gazete haberleri yalansız, abartısız..."