Belli ki kendi toplamış saçlarını sabah sabah. Ama çok yakişmş bu kocaman mavi gözlü, 6 yaşındaki kız çocuğuna. Yanımdan geçerken heyecanla bana bakıyor. Yerinde duramıyor bu sabah, bir şeyler var. Dizimin üzerine çöküp iyice yaklaşıyorum gözlerine. Gizli birşey konuşacağız anlaşılan.  Heyecan var mavi gözlerinde, söylese mi söylemese mi emin değil ama kendinde taşıyacak gücü de kalmamış. Ne kadar şanslı olduğumu anlıyorum, bu sırrı benimle paylaşıyor:

“Bayan Önal, dün gece uyuyordum, birden içeriden gelen ayak sesleri ile uyandım.  Noel Baba evimize geldi.......

Sabah uyandığımda ona yazdığım mektubu açtığını gördüm.”

Onun göğsü heyecanla inip kalkıyor ve ben hala gözlerine bakıyorum...

Yanaklarını ellerimin arasına aldım. Ona iyice yaklaştım. Ben de kendi sırrımı paylaşacağım.

“Yavrum, yok öyle birşey. Seni yıllarca kandırdılar ve bir 6 yıl daha kandırırlar. Noel Baba diye birisi yok. O yürüyen evdekilerdir. Muhtemelen de o mektubu açan işgüzar, meraklı anan babandır.”

Tabii bu cümleler sadece kafamın içinde yankılandı. Söylediklerim ise şunlardı:

“Ne kadar şanslısın, bak Noel yaklaşıyor, Noel baba her eve gelecek. Sen yeter ki iyi çocuk olmaya devam et.”

Peki ya aklımdakiler dökülseydi dudaklarımdan? Ne olurdu o miniciğin hali? Hele ki bunu söyleyen öğretmeni ise, ister istemez aklı altüst olacaktı.

Sözcüklerin etkisi söyleyen kişiye göre değişir. 

İnsanoğlu sadece sözcüklerle çok acımasız bir yaratık haline dönüşebilir. Sadece birkaç aptalca cümle ile bir ömür çalabilir, dünya yıkabilir. İnandıklarımızı elimizden alabilir. 

İşte Kelimlerin Gücü;

Düşlediğimiz gibi yaşamak isteriz ama kelimelerle hareket ederiz.  

Ayrıca sözcükler güvenilmezdir. Siz hiç kulaktan kulağa oyununda, söylediğinizin size aynen geri döndüğüne şahit oldunuz mu? Olamazsınız. Her kulakta kelimeler eklenir, çıkarılır. Sonunda sizin bile anlamadığınız bir halde size geri döner söylediğiniz. 

Savaşı çok büyüktür sözcüklerin, bazen o kadar güçlüdürler ki, çelik toplar ağırlığında, asılır ayak bileklerimizden çeker bizi en dibe. Çırpın dur. Ne aklından atabilirsin, ne ruhundan silebilirsin duyduklarını. Çoğu zaman doğru olup olmadığını bile bilmediğin sözcükler nefessiz bırakır seni en derinlerde. Gündüz vakti karanlık bir savaş başlar. Başın çatlar ama kurtulamazsın o sözlerden, o düşüncelerden. 

Doğada herşey zıddı ile mevcuttur ya, o ağırlığın tek panzehiri kelebeklerdir, bizi o karanlıktan bir tek kelebekler çıkarabilir. Tutarlar kollarımızdan, bir anda havalanırız. Ah ama her zaman dolanmaz, her zaman rast gelmez ki o kelebekler. Tatlı sözler, gülen yüzler, huzurlu sohbetler, iyi insanlar her zaman çıkmaz ki karşımıza. Densizlerin yıktığı dünyamızı yeniden toparlamak için daha çok kelebek lazım bu dünyaya. 

Aslında, tüy kadar hafif bir kelebek bile çıkarabiliyorsa bize o battığımız yerden, o kadar da ağır olmamamalı o çelikten sözler. Ama işte egomuz... Kırılgan, alıngan, naif egomuz. Duyduklarına da üzülür, duymadıklarına da. Kendisi ile kavga eder durur. Ama hiç aklına gelmez ki, gerçek olan duydukları değil, gördükleri, yaşadıklarıdır. 

Halbuki sizi yaşatan gördüğünüz güzelliktir. Size tarif edilen değil. 

Dudaklardan “Seni seviyorum” çıktığında, siz bunu gözlerde görmüyorsanız, hangisine inanmayı seçersiniz?

Veya, “neyin var? diye sorsanız birisine, o “yok birşey” derken siz çektiği ızdırabı hissetseniz, "peki" deyip yolunuza devam mı edersiniz?

Siz duymayı mı istersiniz, hissedip görmeyi mi?

Ego için sözler kanıttır, ama ruh hissetmek ister. 

O 6 yaşındaki küçücük kız inanmış, hissetmiş, varlığından en ufak bir şüphesi yok. Yine de ben kelimelerimle doğruyu söylemek adına onun ruhunu darmadağın edebilirdim. Ama o zaman adım Şeytan olurdu, ki zaten çok fazla var dünyamızda

Kelimelerin hafif, güzel olanlarını seçerek dünyayı daha yaşanılır kılmak mümkün. Ama ağırlaştıkları zaman, kalpleri kırdıkları zaman etrafımızdaki kelebeklere sarılıp hafiflemek de mümkün. 

Gözümüzün gördüğü, ruhumuzun hissettiği, içimizin inadığı, güzelliklerle dolu bir hafta olsun.