Günlerden yine malum Thor’s day, kaldırımlar nemli ve kaygan sonbahar yapraklarıyla dolu. Gök griden küf rengine dönmek üzere harekete geçmişken, sığınılacak en ayak üstü yer ya otobüs durakları ya da en yakındaki kitapçı olacaktı. Elimi ısıtan kahveyle birlikte kitapçının menekşe rengi kapısından içeri girdim. Aceleyle yeni çıkanlara bir göz atıp üst kata, biyografilerin olduğu raflara yöneldim.

Demirbaş olarak nitelendirdiğim birkaç biyografinin dışında bazen farklı isimleri de görebiliyordum burada. Şanslı günümdeydim; bir süredir yolunu dört gözle beklediğim kitap nihayet raftaydı: From the Shadows: The Architecture and Afterlife of Nicholas Hawksmoor by Owen Hopkins

Kütüphanemde Hawksmoor’a ait bir biyografi vardı ancak özellikle bir süredir bu kitabın peşindeydim. Kitabı o akşam ve izleyen günlerde heyecanla okudum. Bazı bölümleri özellikle tekrar ettim. Şimdi Hawksmoor kimdir, beni neden etkilemiştir ve ona neden katip dedim bunları açıklayayım.

N. Hawksmoor 1661’de Nottinghamshire’da doğmuş barok mimarisinde hayranlık uyandıran eserlere imzasını atmış İngiliz bir mimardır. Yapıtlarının başında St. Paul’s Cathedral’i ve Westminster Abbey gelir. Henüz on sekiz yaşındayken Christopher Wren’in yanında katip olarak çalışmaya başladı Hawksmoor. Çok yetenekliydi ve kısa sürede ustalarının tüm becerilerine hakim olmayı başarmıştı.

Hawksmoor’un tarzı ne Wren gibi zarif klasikti ne de Vanbrugh gibi barokta aşırıcıydı. Muhtemelen ondaki ışığı gören usta Wren, onu yanından ayırmak istemedi. Birlikte ünlü katedralden Greenwich Hastanesi’ne kadar pek çok yerin ve kilisenin onarımında ve inşasında omuz omuza çalıştılar.

Ayrıca akranlarından farklı olarak Hawksmoor, ününü zenginlere ev inşa etmek yerine kilise ve üniversite mimarisiyle yaptı. All Soul's College, Oxford, en iyi üniversite çalışması diyebilirim. 2016 Mayıs ayında Oxford şehrini günübirlik ziyaret ettiğimde üniversitenin ihtişamlı duruşuna yakından tanık olmuştum. Şehirde ayakta kalan diğer orta çağ binaları ile uyum sağlasın diye Hawksmoor, üniversitenin salon ve kütüphanesinin dış cephesini gotik tarzda inşa etti. Viktorya dönemi şairi Matthew Arnold “Thyrsis” adlı şiirinde, bu üniversitenin çarpıcı mimarisinden sonra Oxford'u 'rüya kuleleri kenti' olarak adlandırmıştı.

Hawksmoor'un son büyük eserlerinden biri de Westminster Abbey idi. Christopher Wren, 1723'te öldüğünde, Hawksmoor, Wren'in yerine Manastır'ın Surveyor’ı yani mimarı/bilirkişisi oldu. Yeteneğinin hakkını burada sonuna kadar verdiği anlaşılıyor.

Açık sözlü olmak gerekirse Hawksmoor’da beni ilk etkileyen şey onun C. Wren ile çalışmasıydı. Ardından biyografisini okuyup, eserlerine göz atınca hayran kaldım. Onuna ilgili her şeyi bilmek için amansızca kitapçılarda dolaştım durdum. Hatta geçen gün Piccadilly’de adını taşıyan restorana bile gittim. Yazmadan önce onun var olduğu veya geçtiği yerlerde bulunmak hoş bir deneyimdi.

Ne yazık ki, Hawksmoor hayatı boyunca hep yeteneklerinin takdir edilememesinden dolayı muzdarip olanlardan oldu. Ustası ve bir süre sonra ortağı olduğu C. Wren’in kalıntıları St.Paul’s Katedrali’nin bodrumunda bir kriptoda beklerken, Hawksmoor’unkiler bakımsız, dikenlerle örtülü, karanlık bir mezarın içinde bekliyordu. 1736’da 75 yaşındayken öldü mütevazi Hawksmoor. Ölümünden hemen sonra hafızalardan silinmeye başlayan isminin yazılı olduğu mezarı ise Domesday kitabında adı geçen Shenleybury kasabasında bulunuyor.

Sözün özü şu ki, Nicholas Hawksmoor zeki ve yetenekli bir mimardı. Londra’nın ve Oxford’un pek çok yerinde onun parmak izleri var. Ne hazindir ki şu an hak ettiği yerde anılmıyor. O hala hafızalarda C. Wren’in olgunluk çağına henüz erişememiş, gelecek vaat eden katibi olarak hatırlanıyor.