Bugün sizlerle, oğlum Ömer Taşgetiren'in blogunda yer alan bir yazıyı paylaşacağım.

Kendisi Atlanta'da siyaset bilimi doktorası yapıyor. Birlikte umreye gittik, birlikte tavaf yaptık. "Kabe ve tavaf" ona birçok ilham verdi, yazılar yazdı. "Kabe 'ulus'u aşabilecek mi" başlıklı yazısı, Ramazan içinde, İslam'la ilişkilerimizi yeniden gündeme aldığımız bir zamanda ve tüm İslam coğrafyasının kaygı-umut, bahar-kış salınımı içinde gidip geldiği bir ortamda, bana genç bir Müslüman aydının gönlüne düşen "gerçek gündem" olarak göründü. İşte o yazı:


En önemli mesele



"Önümüzdeki dönemde İslam Dünyası için en hayati meselelerden birisi "ümmet" kavramını ete kemiğe büründürmek, Müslüman birliği düşüncesine hayat vermek ve ümmet düşüncesini dualarımızda ve konuşmalarımızda zikrettiğimiz ama ciddi bir gerçekliği olmayan bir ideal olmaktan kurtarmaktır. Büyük İslam alimi Yusuf el-Karadavi'nin "öncelikler fıkhı" kavramsallaştırması çerçevesince bu düşünceyi ifade edecek olursak, Müslümanlar'ın en önemli önceliklerinden birisi Ümmeti Muhammed'in farklı unsurlarının birbirleriyle olan bağlarını artırmak ve bu bağların anlamlı İslami amaçlara ulaştırabilmesi için kurumsallaşmasını sağlamaktır. Bu birlik düşüncesi İslam dünyasının temel önceliklerinden olmalıdır zira Müslümanlar farklı sebeplerle ne zaman bölünseler yenilmeleri de o kadar kolay olmuştur. Nüfusu bir milyarı geçen farklılıkları arasında entegrasyonu sağlamış bir topluluğun yapabilecekleri şu andaki haliyle ulus, dil, kültür, mezhep ve farklı İslami algılamalar ekseninde bölünmüş bir dünyanın yaptıklarından karşılaştırılamayacak şekilde kat ve kat fazla olacaktır. Yeryüzünde bir milyar küsur insandan oluşmamıza rağmen neden dünya patronları tarafından çok fazla ciddiye alınmadığımız, neden psikolojik savaşlara cevap veremediğimiz ve neden uluslararası ilişkilerdeki teknik anlamıyla çok fazla caydırıcılığa sahip olmadığımız konforumuzu bozması gereken hayati meselelerdir.


Kabe'nin ruhunu okumak



Ne var ki böyle bir amaç için mücadele edilebilmesi için öncelikle zihnimizi Kabe ve onun temsil ettiği idealler çerçevesince yeniden kurmamız ve tevarüs edegeldiğimiz kültürel ve ideolojik yaklaşımları yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. Bu çerçevede, yirminci yüzyılda benimsemekten ve tüketmekten bıkmadığımız temel bağlılığımızın dilini konuştuğumuz ulus ya da millet olduğu düşüncesi en başta değiştirmemiz gereken düşüncedir. Çünkü insan Kabe'de tavaf ederken anlar ki, Müslüman için en başta gelen statü ya da kendi kendisini tanımlayacağı birincil kimlik "kulluk"tur, Allah'a teslim olmuş olmaktır ve başka da bir şey değildir. Tavaf insan ruhuna şu düşünceyi kazır ki, hepimiz Allah'ın kullarıyız ve aynı yolun yolcusuyuz, O bizi yarattı ve dönüşümüz O'nadır, hayatın yegâne anlamı budur, Türk, Kürt, Arap, İranlı ya da nereli olursak olalım, Mekke'de ya da başka yerlerde yapmamız gereken tek şey birlik olup Allah için çabalamaktan ibarettir, kimin ulusu kiminkinden üstün kavgasına tutuşmak değil.


Bu söylediklerim yirminci yüzyılda bastırılan, ezilen ve ortadan kaldırılmaya çalışılan kültürel ve dilsel bağlılıkların önemsiz olduğunu ya da bunların kazanılması için mücadele verilmesinin yanlış olduğunu kesinlikle iddia etmiyor. Burada önemli olan mesele, nihai amacımızın ne olduğu ve bütün bu mücadeleler içinde İslam'ı ve İslam'ın yücelmesini nereye oturttuğumuzdur. Kabe'nin ruhlarımıza nakşetmeye çalıştığı vizyon açısından bakıldığında, sadece etnik, kültürel bir kimliğin peşinden gitmek ve hayatın nihai amacını bu mücadele haline getirmek bir misyon karışıklığıdır ve İslam'ın farklı milletleri kaynaştırıp onlardan birbirine sımsıkı bağlı bir topluluk çıkarma idealine engel teşkil etmektedir. İslam'ın yoğurduğu bir toplumda insanlar kendi ait olduğu etnik grubun dilini de konuşabilmelidir ve dinle çelişmediği sürece kültürel pratiklerini de özgürce yaşayabilmelidir. Ama bütün bu süreçten kimlik siyasetleri çıkarmak, birbiriyle geçişkenliği olmayan etnik ve kültürel gruplar tasavvur etmek, insanın ulusu kendi tabii dostudur, diğer kimlikler ondan sonra gelir gibi bir düşünceye ulaşmak ne illa ki tabi bir şeydir (sağduyu sahipleri böyle düşünür gibi) ne de İslam'ın toplumsal amaçlarıyla uyuşmaktadır.


Etnik sorunları ihmal etmeden



Hayatımızı kurarken İslami üst kimliğimizi asla göz ardı etmememizi ve ümmetin kaynaşması ve birlik olmasının elzemiyetini vurgulayan bu yazımda, şunu da ifade etmem gerekir ki, Müslümanlar'ın şu anda kültürel haklarına sahip olmayan etnik grupların sorunları üzerine kafa yormaları ve bunların kazanılması için mücadele etmeleri gerekmektedir. Ümmet ve birlik düşüncesi mevcut asimilasyonist politikaların devamı anlamına gelmemelidir. İslam kültürel, dilsel, etnik bağlılıkların önemini göz ardı etmeyecek düşünsel kaynaklara sahiptir, yeter ki bütün bu bağlılıklar yukarıda açıklamaya çalıştığım Kabe merkezli bir hayat tasavvurundan bizi ayırmasın ve ümmetin kaynaşmasına engel olmasın.


Toparlamak gerekirse, Müslüman dünyanın önümüzdeki dönemde en önemli sorularından birisi "Kabe ulusu aşabilecek mi" sorusudur. Yirminci yüzyılda yaşadıklarımız bu soruya olumlu cevap verebilmemizi maalesef engellemiştir. Halihazırda Türkiye'deki sosyolojik vasata baktığımızda da bu konuda daha katetmemiz gereken çok mesafe olduğu göze çarpıyor. Umalım önümüzdeki dönem Kabe'nin ruhunu okuyabildiğimiz ve bu çerçevede zihnimizi yeniden inşa edip, bu yeni zihinle aktif bir mücadeleye başladığımız zamanlar olsun."
(Bugün gazetesinden alınmıştır)