O kadar çok şey yazmak istiyor ki insan İstanbul için ama yetersizlik içinde boğulduğunu, ifade etmekte zorlandığını fark ediyor hemen. Ben de öyleyim bir anlamda..Beynimde kelimeler var ama ben  de yutkunuyorum İstanbul sözkonusu olduğunda.

Uçaktan iner inmez ilk olarak derin bir nefes aldım İstanbul’a bakarak.  Kirli de olsa, mazot da koksa bambaşkaydı havası. Ekim ayında esen ılık rüzgarı da hesaba katmak lazım.  Havaalanından kalacağım istikamete giderken, arabanın camından koca beton yığınlarını izledim, aralarında bir tane bile ağaç olmayan.  Bir deprem olasılığında domino taşları gibi birbiri üzerine yıkılmaktan kurtulamayacaklar muhtemelen.  İnsana verilen değer bu mu diyerek geçtim önlerinden...

Ara sokaklardan geçtikçe, insanların kaldırım yerine otomobil yolunda yürüdüklerini gördüm ve içimden düşünmedim de değil,  “Bu insanlar neden kaldırımdan yürümezler?” diye.  Otomobiller ile insanların neredeyse birbirine dokunacak gibi yan yana geçmeleri çok tuhaftı. Şehrimdeki ikinci günümde yola yaya olarak çıkmayı tercih ettim ve doğup büyüdüğüm semtte anılarımı tazeledim. Ama ben de bir çok yaya gibi yürüyecek kaldırım bulamadım.

Bir kişinin zorlukla yürüyeceği darlıkta olan yüksek kaldırımlarda da yürümenin imkanı yoktu.  İşyeri sahipleri malzeme ya da sandalye koyarak kapatmışlar.  Ee mecburen arabalarla iç içe yürümek zorunda kaldım.  Gerçekten de belediyelerimiz çok iyi çalışıyorlar(!).

Onbeş senedir görmediğim ama hiç unutmadığım çocukluk arkadaşlarımı görmek müthiş bir duyguydu.  Dostlukların bitmediğini, vefanın hala var olduğunu görmek ayrı bir anlam katıyordu özlemlere.  Her bir köşesinde ayrı bir anım saklıydı İstanbul’un.  Bisiklete bindiğim sokaklar, okula gittiğim yollar, balık tutmaya gittiğim deniz kenarı, onbeş yaşında arabayla ralli yaparken yakalanıp şikayet edildiğim sokaklar.. off of... Bir dilleri olsa da anlatsalar haylazlıklarımı.

Yoldaşımla (arkadaşıma böyle seslenirim) buluşup metroya bindik, iki yaşlı teyze de vardı.  Tam ayaklanıyordum ki yoldaşım tuttu kolumu, sen otur dedi ve kendisi yer verdi ayakta kalan teyzeye. Teyze “Next stop!” demesin mi? Belli ki yabancılardı, neyse oturdu yanıma, tabi aramızda hemen İngilizce muhabbete başladık, Mısırlıymış.  Birden tüm gözler üstümüze çevrildi, taa ki metrodan inene kadar, tabii utandım.  Belli ki tesettürlü iki bayanın İngilizce konuşması gariplerine gitmişti (ben o şekilde yorumladım).  Yoksa İngilizce konuşmanın nesi garip olsun ki?

Ziyaretine gittiğim Şişli Belediyesinin daveti üzerine Cumhuriyet’in yıldönümü kutlamasının görsel şovunu izlemeye gittim.  Sadece basın ve belli kişilerin bulunduğu bir ortamdı.  Kendimi birden büyük bir basın ordusunun arasında buldum beklerken.  Mustafa Sarıgül’ün gelişinden sonra arkasında durmam için yol verdiler.  Ama nedense orada bulunan tek tesettürlü olarak tüm gözler üzerimdeydi.  Bu tür ortamlarda hep önyargıyla karşılaşmışımdır.  Ama alıştım, çünkü biliyordum ki beni tanıdıklarında tüm önyargılar yıkılıyordu.  Yıkıldı da.

 Londra’dan bir arkadaşımla alışverişe çıktık.  Bir başörtüsü mağazasına girdik.  Ben teşettürlü, o mini etekli...  Benim için seçim yapmaya çalışıyordu ki, tezgahtar kız herhalde dayanamadı şaşkınlıkla sordu; “Siz arkadaş mısınız?” Evet dedik tabi, garip birşey olmasa gerek.  Bazı semtlerden geçerken arkadaşım önyargıyla karşılaştı, bazılarında ise ben.  Bir akşam önce “Ah beni buralara niye getirdin?” diyen ben iken, ertesi gün de “Ah Burcu ah beni buraya niye getirdin?” diyen o olmuştu... Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum ama itiraf etmeliyim ki, şu an gülüyorum.  Bizim birlikteliğimiz çıkarsız bir arkadaşlıkken, bulunduğumuz kimi ortamda onun, kiminde de benim yadırganmam gerçekten trajikomik bir durumdu.  Halbuki insanları tanımadan onlar hakkında hüküm vermek kadar yanlış bir şey  var mı?   

İstanbul, türlü kültürlerin yıllar yılı  iç içe yaşadığı tarihi geçmişiyle var olmuşken şu anda farklı tezgahlara sahne  olmaktan kurtulamayan bir şehir olmuş.  Dev alışveriş merkezlerinin gövde gösterisi eşliğinde, fakirlerin akşam gezisi için hava atma aracı, zenginlerin ise alışveriş komasına girdiği bir ortam var her yerinde.

Her yerde buram buram yiyecek kokan büfelerin önünde bulunan masalarda, kimi istediğini yiyip içerken kimilerinin de onları izlemeyle yetinmesi, bir gencin, gözümün önünde kediyi ensesinden yakalayıp  çöpün içine atması, aslında sadece İstanbul’un suçu değil bildiğiniz gibi.

Vardığım sonuç şu oldu: Ben İstanbul’u özlemişim...