Gittim… döndüm….

Fark ettin mi benim geldiğimi İstanbul?

Bavulumu hızlı hızlı toplayıp, arkama bakmadan senin yanına koştum, 5 gün dedim sadece 5 gün görsem de olur seni.

Evden çıkmadan önce oturdum, gönlümdeki tortuları teker teker tembihledim, “siz gelemezsiniz, beni İstanbul çağırıyor, dert tasa istemez, pek nazlıdır”.  Güzelce onları çekmeceme koydum, geri döndüğümde aynı yerde bulmak üzere çıktım İstanbul'uma doğru yola. Kolay mı, ilk gözağrım, unutmak ne mümkün, hatta hasreti yoğunlaşınca tek çarem kalıyor, gidip doya doya koklamak.

Bir de nasıl bir cilve ise artık, kışın ortasında da gitsem, mutlaka tek bir gün, hava “normallerin üzerinde” olur bu şehirde.

İşte Istanbul'un tüm hünerlerini görebileceğim bir gün… Fotoğraf makinam, sırt çantam, annemin, “fotoğrafçı kızların başına gelenleri unutma” tembihleri kulaklarımda çınlayarak çıkıyorum yola. O kadar heyecanlıyım ki…Defalarca gördüm, yaşadım ama bir santim küçülmedi kalbimdeki yerin, aksine hep büyüdü hasretin.

Salacak'ta epey telaşlandım. Çay mı içsem, Kız Kulesi'ne mi baksam, martıları mı dinlesem, tostumu mu bitirsem.

Kıymetli bir saç tokası gibi, masmavi dalga dalga saçlarının arasında duran Kız Kulesi karşısında içimi çekerken buldum kendimi.

Maviliklerden gelen davet üzerine, motora atladım. Ben de bilmiyorum hangisine bindiğimi, ama öylesine heyecan sarhoşuyum ki, seninle her şey güzel İstanbul deyip kıçtan kuşlarla konuşmaya başladım.

Orhan Velinin dediği gibi,

Yosun kokusu

Ve sahile çekilmiş dalyan direkleri

Sahilde yaşayan çocuklara

Hiçbir şey hatırlatmaz.

Motordaki diğer insanlara birşey hatırlatıyor mu acaba bu martılar?

Karaköy'deymişim.... Fransız Pasajı'ndaymışım...

Yüksek Kaldırım'daymışım. Evler sanki yorgunmuşçasına birbirlerine doğru eğilmişler, sanki az sonra birbirlerine yaslanacaklar. Dünyanın en güçlü kahkahaları, gülüşleri var oynayan çocukların yüzünde. Sanırım evlerin arasında asılı çamaşırlar da bu kahkaha sahiplerine ait. Yoksa bu kadar gözalıcı sallanırlar mı yorgun evlerin arasında?

Sanki İstanbul ile buluşma yerimiz Galata. Saçımı ellerimle düzeltiyorum, biraz erken geldim ama bekletmeye kıyamam İstanbul'u.

En tepedeyim, buluştuk.

Acaba Hezârfen Ahmet Çelebi gerçekten Doğancılar parkına kadar uçmuş mudur?  Yoksa o da benim gibi, kanatsız, İstanbul'un tepesinde 4 tur mu atmıştır. Bilinmez. Sonu Cezayir'de sürgün bile olsa, şu manzaraya bir defa bakmak herşeye değer.

Ruhumdaki sarhoşlukla koşarak Galata köprüsüne iniyorum, sanki bir kitap serisi okur gibiyim, ara vermeden diğerini de okumak istiyorum.

Önce adımlarımı saymaya başlıyorum köprüyü geçerken. Yavaşlıyorum 100 lere gelince. Ara Güler'in siyah beyaz fotoğraflarındayım artık. Ne renk görüyorum ne de yüzler. Bazı şeyler eski kalmalıymış, yenilik yakışmıyor diye düşünüyorum. Aklıma çektiğim siyah beyaz fotolarla, Karaköy'ü gözlerinden öpüp gerçek yuvam olan Kadıköy'üme dönüyorum.

İstanbul'un renk renk, desen desen kıyafetleri var, ama en güzel, en ışıltılı, en mis gibi kokan kıyafeti Kadıköy giymiş.

"Otur azcık da dertleşelim" dediğini duydum Kadiköy'ün. Kırar mıyım? Birer Kahve söylüyoruz. Yükünden bahsediyor, yorgunluğundan, kalabalığından bahsediyoruz..."Eh" diyor son yudumda, ayrılık anı geldi.

"Yine beklerim..."

“İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir.”

demiş Emrah Serbes.

İstesek de durmuyor ama birgün duracağı tutarsa, evet ben hep bu iskelede kalmak isterim.

Ayrılırken, mutsuz olunmayacak kadar güzelsin İstanbul.

Bir dahaki buluşmamıza kadar hoşçakal.

Hep kavuşmak olsun hayatinizda.