Bugün yeryüzünün dört bir yanında yaklaşık 1,5 milyar Müslüman yaşıyor. Her birinin dili, milliyeti, rengi, kültürü başka başka. Ama dünyanın neresinde olursa olsun her Müslümanın bir diğeriyle paylaştığı temel değerler ve ortak semboller var. Kelime-i tevhid gibi… Namaz veya namaza çağıran ezan gibi… İmkânı olanlarımızın ömründe en az bir kere ziyaret etmesi gereken Mekke’deki “Allah’ın evi” Kâbe gibi… Müslümanların Kâbe’den önceki kıblesi Mescid-i Aksa’nın yer aldığı Kudüs gibi…

Evet, Kudüs… 70 yıldır işgal altında olan kutsal belde bugünlerde yeni bir saldırı altında. 1947 yılına kadar tek bir Yahudi’nin yaşamadığı Doğu Kudüs’ü 15 asırdır burada yaşayan Müslümanların elinden alıp Siyonist devletin başkenti olarak tescil etmeye çalışıyor Batı dünyası.

1,5 milyar Müslümanın tamamı hakaret ve aşağılanma altında. Çünkü Kudüs yalnızca burada yaşayan bir avuç Filistinlinin değil, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanın ortak değeri. Oradaki Filistinlilere reva görülen muamele 1,5 milyar Müslümana yönelik aslında.

Buna mukabil, Müslümanlar maruz kaldıkları bu ortak hakaret veya ortak saldırı karşısında ortaklaşa bir şey yapabiliyorlar mı? Hayır, yapamıyorlar… Yapamıyorlar ama bu sorun bugüne mahsus bir sorun değil. Kudüs’ün bir önceki işgali sırasında, bazı Müslüman devletler işgalci Haçlı ordularına karşı savaşırken bazıları da bu Haçlılarla ittifak kurarak siyasi rakiplerini ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. Tıpkı bugün Trump’la kılıç dansı yapan bazı Müslüman liderler gibi.

İslamofobik kimliği gayet iyi bilinen, zaten bugün yaptıklarını Başkan seçilmeden önce vaat olarak duyurmuş olan Trump siyasi bir aktör olarak bazı İslam ülkelerinin kendi iç siyasi denklemleri itibarıyla başka bir anlam ifade edebiliyor. Nitekim bizde de birkaç ay öncesine kadar “Türklerin ve Müslümanların gerçek dostu” Trump’a laf söyleyeni linç eden bir zümre vardı. Bunlar hâlâ varlar gerçi ama bugünlerde başka gerekçelerle başka kişileri linç etmekle meşguller.

***

Farklı İslam ülkelerinin farklı iç siyasi denklemleri derken, aslında Müslümanların bugün yüz yüze olduğu saldırı ve aşağılanma hali içimizdeki birtakım siyasi hesaplaşmalara kilitlenmiş olmamız yüzünden… demek istemiyorum. Ama buna karşılık İslam alemi topyekûn saldırılara ve hakarete uğrarken kendi siyasi çıkarlarını her şeyin önüne geçiren Müslüman toplum liderlerini mazur gösterecek de değilim elbette.

Topluma odaklı değil şahıs/zümre merkezli bir siyaset kültürünün dışında da sebepleri var başımıza gelenlerin. Zaten siyasi yapıdaki marazların da sebebi toplumsal yapıdaki marazlar. İsterseniz toplumsal zihniyet problemleri de diyebiliriz buna. Şimdi “toplumsal zihniyet dediğin ne ola ki” diyeceksiniz belki… “Kudüs ve Mescidi Aksa, tıpkı Mekke ve Kâbe gibi, 1,5 milyar Müslümanın ortak değeri. Hal böyle iken hepimizi hedef alan bir saldırı karşısında nasıl birlikte tavır alamayız? Aslında ‘sokaktaki Müslüman’a kalsa herhalde Müslüman olmanın izzetinin gereğini yerine getirecek ama liderlerimiz siyasi çıkarlarının veya ekonomik beklentilerinin gereğini yaptıkları için elimiz kolumuz bağlı…”

Ben de cevaben size diyeceğim ki Kudüs elbette bütün Müslümanların ortak değeri ama içinde bulunduğumuz oruç ayı ve bu ayın sonundaki bayram da herhalde en az Kudüs şehri kadar ortak değerimiz. Ne var ki Müslümanlar o kadar birbirlerinden kopuklar ki Ramazan da bayram da aynı günlere denk gelmiyor çoğu zaman. Nitekim bu yıl da öyle oldu. Bu kopukluk coğrafi veya siyasi anlamda bir kopukluk değil ama…

Biliyorsunuz, bizim bir “rü’yet-i hilal” meselemiz var. Birkaç yıl önce yine Müslümanların ortak kutlayamadığı bir bayram vesilesiyle bu konuyu yazmıştım: Rü’yet-i hilal ayın görülmesi demek. Ramazan ayının başladığını ve bittiğini gökyüzünde yeni ayın görünmesiyle anlıyoruz. Hz. Peygamber yeni ayın çıkıp çıkmadığının anlaşılması için sahabelerinden yüksek bir yere çıkıp gökyüzünü tarassut etmelerini, yani gözlem yapmalarını istemiştir. Astronomi bilginlerinin veya gözlemevlerinin bulunmadığı bir sosyokültürel çevrede gerçekleştirilen bu uygulama bugünün Müslümanları içinse önemli bir ayrışmanın konusu...

***

Bazı Müslümanlar “Ramazan’ın veya bayramın geldiğini anlamak için yüksek yerlere çıkıp gözlem yapılması gerekir, ramazanın veya bayramın başlangıcı başka türlü tespit edilemez” diyorlar. Bu görüşlerini de yukarıdaki rivayete dayandırıyorlar. “Hz. Peygamber bu işi nasıl yaptıysa biz de aynı şekilde yapmak zorundayız” sözleriyle bu tutumlarını savunuyorlar.

Buna mukabil bazı Müslümanlar ise önemli olanın kullanılan yöntem değil, amacın kendisi olduğu görüşündeler. Bu anlamda astronomi başta olmak üzere ilgili fen bilimleri yardımıyla -ve çıplak gözle gökyüzünü tarassut etmeye gerek kalmaksızın- ramazanın ve bayramların gününün tespit edilebileceğini söylüyorlar. Hatta bu çerçevede ilgili bilim adamları da sadece içinde bulunduğumuz yılın değil, önümüzdeki yüzlerce-binlerce yılın ramazanlarının ve bayramlarının hangi güne rastlayacağının da şimdiden tespit edilmesinin mümkün olduğunu belirtiyorlar.

Türkiye’deki Müslümanların kahir ekseriyetinin de dahil olduğu bir kesim Ramazan ayının ve bayramların modern bilimin yöntemleriyle belirlenmesinin daha sağlıklı bir yol olduğu görüşünde. Çoğunluğunu Arap ülkelerinin oluşturduğu diğer gruptaki Müslümanlarla çoğu zaman aynı gün bayram edemiyor olmamızın sebebi bu.

Bahse konu bu farklılığın teknik bir yöntem tercihinden ibaret olmadığını, işin içinde dinin mahiyetine ilişkin anlayış farklılığının yer aldığını görmek zor değil. Türklerin çoğunlukla takipçisi oldukları fıkıh ekolünün aklı esas almasına mukabil Arapların çoğunlukla takipçisi oldukları ekollerin nakli esas alma taraftarı oldukları bilinen bir husus. Diğer yandan bizim bu topraklardaki tarihsel tecrübemiz çerçevesinde medrese ile tekkenin sentezinin oluşturduğu bir din anlayışının da böylesi bir sentezi yapma imkânı bulamayan toplumlarla aramızdaki belirli kültürel farklılıkları artırdığını söyleyebiliriz.

Mamafih burada elbette “biz dört dörtlük Müslümanız, öbürleri kara cahil/ham yobaz” demeye çalışmıyorum. Farklı toplumların kendi maddi şartlarının belirlediği farklı zihniyet dünyaları olabiliyor. Böylesi farklılıklar üstünlük ifade etmez. Hiç değilse Levi-Strauss’tan beri öyle. Ancak bilhassa modernleşmenin getirdiği problemlere çözüm üretebilme kapasitesine sahip olan zihniyetin gelecekteki dünyada ayakta kalma konusunda bir avantaja sahip olduğu söylenebilir.

İslam aleminin Kudüs gibi bir harim-i ismetini veya topyekûn Müslümanların izzetini korumak için de bu avantaj önemli.