Yarın izin günümdür diye eve gelirken yemeğimi yaptım, bulaşıklarımı yıkadım ve çayımı abi-hayat gibi yudumlarken gözlerimden de uyku dökülüyordu. Bedenim değil ama yüreğimin ağırlığı üzerime karabulut gibi çöküyordu sanki.

Hani birine aşık olur, maşukunuz size “abicim” derken pervane gibi kendi etrafınızda döner, döndükçe kendinize çapıyorsunuz ya, işte benim de sanki kelimeleri elinden alınmış ve oyuncağını kaybetmiş bir çocuk gibi bazen kendimi boşlukta hissediyorum.

Sıkılıyorum insanlardan…

Uyudum ve rüyamda annemi gördüm. Güzel bir rüyaydı... Uyandım gece 12:00’yi bulmuştu. Birazda sosyal medya ya, başıma bela olan twetter ve facebook’a bakıyım dedim.

İnsanların paylaşımlarına baktığınız zaman, ne kadar da demokrat, aydın ve inançlı olduğunu göstermek için dansöz gibi kıvırdıklarını görünce ister istemez yaşadığınız toplumun kalitesini düşünmeye başlıyor ve kendi kendinize “neden” diye sormadan edemiyorsunuz.

Küreselleşen adeta küçük bir köy haline dünyanın, baş döndürücü hızla gelişen teknoloji karşısında insan kalitesinin giderek neden düştüğünü de düşünüyorsunuz. Evet, insanlar eğitimle ya demokrat olur ya da zalim olur ama şahsen ben demokratik bir rejim altında mutlu, verimli ve daha insanca yaşayabileceğimi düşünüyorum.

Hani başta Hitlere destek vermiş olan ama sonradan onun zulmüne karşı çıktığı için toplama kamplarına yollanan Alman Protestan Rahip Friedrcih Guster Emil Martin Niemoller’in söylediği şu meşhur hikayesi var ya, “Önce komünistler için geldiler, Sesimi çıkarmadım, Çünkü ben komünist değildim. Sonra sendikacılar için geldiler, Sesimi çıkarmadım. Çünkü ben sendikacı değildim. Sonra Yahudiler için geldiler. Sesimi çıkarmadım. Çünkü ben Yahudi değildim. Sonra Çingeneler için geldiler. Sesimi çıkarmadım. Çünkü ben Çingene değildim. Sonra benim için geldiler. Kimse sesini çıkarmadı. Çünkü ses çıkaracak kimse kalmamıştı.”diye.

Buda bize yine şu bilimsel olayını hatırlatıyor: Bir kurbağayı kaynar su dolu bir kaba atarsınız, sıçrar ve kendini dışarı fırlatır. Ama bir tencere soğuk suyun içine koyar ve suyu yavaş yavaş ısıtarak kaynatırsanız, kurbağacık da haşlanarak nalları diker ve ölür. Sanki bizde toplum olarak kurbağa gibi kazan içinde kaynatılıyor, riyakârlık, sahtekarlık, yalakalık, dalkavukluk, menfaatçilik, ispiyonculuk, gammazlık ve başkalarının ayağını kaydırıp insanların mutsuzluk, acı ve gözyaşları üzerine mutluluk kurmak için can atan bir toplum olduk.

İnsanlara zulüm etmekten, onlara acı çektirmekten hoşlanan şizofrenik bir millet haline geldik adeta. Sizce çocuklardan neden büyük zalimler doğar? Çünkü henüz eğitilmedikleri için toplumsal değerlerin kendilerine yeterince aktarılmamış, vicdanların henüz tam biçimlenmemiş olmasından geliyor. Mesela bir çocuğun zavallı bir kediye veya köpeğe eziyet etmesi veya şu ya bu nedenle kendinden güçsüz bir arkadaşına şiddet uygulaması böyle bir eğitimsizlikten kaynaklanmaktadır.

İşte zulüm, doğrudan vicdanla ilgili bir kavramdır. “Vicdanlı” kişi zalim olamaz. Empati yeteneği vardır, zulüm yapamaz. Adildir, haksızlık yapamaz. İftira atmaz, ispiyonculuk, gammazlık yapmaz. Unutmayalım ki; insanlık tarihinde de feodal toplumlarda savaşlar din adına ama aslında toprak için yapıldığından, “düşmana” yani “ötekine” karşı zulmü son derece makul ve olağan görmüştür. İşte bu noktada “ayrımcı vicdan” ise “ötekilere” yönelik her türlü zulmü meşru saymıştır. “Dayak cennetten çıkmadır” ve “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” sözü de sahip olduğumuz kültürün yansıması değil midir? Zulüm yapan insan, eğer ruh hastası değilse genellikle toplumsal normlardan sapan davranışlardan değil, tam tersine ait olduğu kültürün ve “meşru” saydığı davranışlardan dolayı zulme başvurmaktadır.