Millet olmanın ayırt edici özelliklerinden biri de birlikte gülmek, birlikte ağlamaktır. Kısa ve öz şekliyle millet budur. Zaten sosyolojik birtakım kelimelerle milleti, millete anlatmanın, lâf kalabalığı yapmanın da bir gereği yoktur. Çünkü zaman zaman insanlar anlatılanları anlamakta güçlük çekiyor, kavramlar birbirine karışıyor, karışınca da ortalık toz duman oluyor. O zaman halk milletin, millet halkın içine giriyor. Hem de ne giriş. Sokaklar, mahalleler birbirinden ayrılıyor, meydanlar birilerine kalıyor. O birileri de bu durumdan istifade ederek arada bir darbe filan yapıyor, e-muhtıra veriyor sonra da “İşler rayından çıkmıştı, düzelttik, ayar verdik, bundan sonra emin ellerdesiniz.” diyorlar. Halk tıpış tıpış evine giriyor, millet huzur ve sükûn içinde derin uykulara dalıyor.

Gerçi uyumak da insani bir ihtiyaçtır. Bir filozof haklı olarak, “Uyanık olmanın yolu yeteri kadar uyumaktan geçer.” diyor.

Neyse ne diyorduk? Millet olmak, birlikte gülmek birlikte ağlamaktır.  Ha bu yetmez, daha resmi bir ifade gerek derseniz. Önce bulunduğunuz yerden bir iki basamak yukarı çıkıp sesinizin tonunu biraz daha kalınlaştırarak şöyle dolu dolu bir cümle de kurabilirsiniz: Millet olmak, tasada, kıvançta bir olmaktır!

Nasıl beğendiniz mi? Tamam, her şey yolunda diyorsanız milletin alâmetifarikasına yakın tarihimizden örneklerle bir bakalım.

Ancak önemli bir şey hatırlatmalıyım: Millet dediğiniz kitle, çok kırılgan, çok alıngandır bu sebeple ona seslenirken, ırkı önemli değil demeseniz de olur, ama özellikle “aziz, yüce, büyük, necip…” gibi sıfatlardan birini mutlaka kullanmalısınız. Ayrıca nerede, ne zaman, nasıl ve hangi şartlarda milletten bahsetmeniz veya milleti öne çıkarmanız gerekir onu da çok iyi bilmelisiniz.

Hadi size 30 yıllık maziden bir örnek: Bir zamanlar memleketi idare eden sevimli şişman adamın devri idaresinde yurdumuzun her köşesinde tılsımlı bir söz dolaşırdı:

“Benim memurum işini bilir!”

İşini bilen köşeyi döner,  bilmeyen bir köşede kalır.

Köşeyi dönen güler, dönemeyen?

Geçin efendim onu, aptalın tekidir!

İşte bu aziz millet köşeyi dönmek için “gelsin borsalar, yaşasın bankerler” diyerek can havliyle koşturup dururken farkında olmadan kendine ait en ayırt edici özelliğini yitirmiş, milli birlik ve beraberliğini unutarak ağlayanı çok, güleni az olan bir millet ortaya çıkarmıştı. Böylece “Bü-yük” sıfatının ilk hecesini kaybeden bu yüce millet, artık mutlu bir azınlık için “yük” taşıyan geniş bir kitleydi.

“Ortadirek” diye adlandırılan bu kitle, istikbalini ancak “papatya” fallarında ararken sevimli şişman adam direksiyonda “Koy bir kaset, gidelim Hanım!” diyordu.

Nihayetinde karı koca gittiler… Memleket mi? O, mutluluğun resmini aramaya devam etti.

Peki, 2000’li yıllara geldiğimizde işler değişti mi? Hayır. Aynı tas, aynı hamam… Yalnız bir farkla, şimdilerde her şey karmakarışık,  ortada ne “ortadirek” kaldı ne direk, hepsi kırılıp döküldü, yerle bir oldu. Tutunacak bir direğimiz bile kalmadığı için artık bizi uçuruyorlar… Hep birlikte uçuştayız. 2023 vizyon, misyon diyerek nereye gittiğimizi bilmeden bir Kelaynak gibi kanat çırpıyoruz. Kuyruğumuzda da “hak, hukuk, adalet,” sallanıp durmakta. Ekonomi aşağılarda, eğitim yerlerde… İstatistikler de öylesine iç açıcı ki (!) mesela:

2017 yılında 3 bin 494 silahlı olay yaşanırken 3 bin 529 kişi yaralanmış, 2 bin 187 kişi ölüvermiş.

2018’de intihar edenlerin sayısı 3 bin 161 imiş.

2019’un 11 ayında, 330 günde 302 kadın cinayeti işlenmiş.

Haziran 2019 itibariyle işsiz sayısı 4 milyon 253 bin, genç işsizlik yüzde 24,8…

  1. sınıf öğrencilerinin yüzde 16’sı dört işlem yapamıyormuş vs. vs…

Daldan dala atlayarak vermiş olduğumuz bu yüzdeler ve rakamlar bize şunu gösteriyor: Temeline bizzat hür düşünen insanı, bilgiyi ve tekniği koyamayan milletler ve devletler karşılaştıkları sıkıntıları alt edemezler. Hatta bu sıkıntılardan kurtulmak için yazdıkları kurtuluş reçeteleri de işe yaramayacağından sık sık kanunlarda ve yönetmeliklerde değişiklikler yapmak zorunda kalırlar. Çünkü bu işin başı da sonu da insandır.

İnsanı, taklit eden değil, akıl eden bir sisteme kavuşturmalıyız. Okumaktan, düşünmekten, araştırmaktan korkmayan bir hayat anlayışını ya da zihniyeti iktidara taşımalıyız. Yoksa bizim yerimize düşünen, bizim adımıza karar verenler var, bizim için hava hoş diyerek asırlardır inatla devam ettirdiğimiz âdeta babadan oğula, anadan kıza geçen bir anlayışla geleceğe emin adımlarla yürüyemeyiz. Acilen bu durumdan kurtulmanın yollarını bulmalıyız. Bu öyle “Aman canım sende, başkaları yapsın, etsin, bulsun!” denilecek kadar basit bir şey değildir.

Hani sırası mıdır bilmiyorum ama aklıma birden bire Arif Nihat Asya’nın Çekirdek’inden üç beş satır düşüverdi.

Açıklardan bir ses,

-İmdaat… İmdaaat!….diye haykırıyordu.

Rıhtımda kafile halinde gezinenler, içlerinden birinin “ Aramızda adı veya lakabı ‘İmdat’ olan kimse yok değil mi?” sözüne başlarıyla cevap vererek gezintilerine devam ettiler.

Ne yazık ki açıklardan gelen ses hâlâ “İmdaat… İmdaaat!” diye yankılanıyor.