Şimdi, şu “rövanşizm”, “intikam”, “cadı avı” gibi lafları bırakın da, kıymetli emekli Oramiral Özden Örnek’in günlüklerini okuyun.

Kitap olarak çıktı, evet...

İsmi, “İmaj ve Hakikat...”

Hem de, Alper Görmüş tarafından edit edildi.

Hani, yayın yönetmeni olduğu dergide, mahut günlüklere yer verdiği için işi elinden alınan, dergisi kapatılan, olmadık tehditlere “maruz bırakılan” Alper Görmüş...

Neden “maruz bırakılan” dedim?

Çünkü, “rövanşizm olmasın, intikam alınmasın” diyen ve dolayısıyla 28 Şubat’çı generallere “zımnen” destek veren hiçbir “sivil gazeteci”, hiçbir Ertuğrul Özkök, hiçbir Ayşenur Arslan, hiçbir Emre Kongar, hiçbir Yalçın Doğan, ağır taarruz altında kalan Alper Görmüş’e sahip çıkmadılar; “Bu günlükleri bulup yayınladığın ve kronik darbe faaliyetlerini deşifre ettiğin için sana bravo” demediler.

Baskıları tek başına göğüslemek zorunda kaldı Alper Görmüş.

Dergisi basıldı.

Bilgisayarlarına el konuldu.

Hakkında davalar açıldı.

Hepsi de “hukuksuz”du tabii...

Düşünebiliyor musunuz, görevinin dışına çıkmış generaller medyadan destek görürken, biricik kabahati “görevini yapmak” olan gazeteciler, göz göre göre ölüme terk ediliyor.

Düşünmeyin, üzülün... Hatta oturup ağlayın.

Hazır konu açılmışken, ciddi risklerle karşı karşıya bıraktığımız Alper Görmüş’ün “yazarlığı” hakkında da bir çift söz söylemek istiyorum.

Karşımızda, süzülmüş beğenileri olan, bir “sanat ve kültür telakkisinden” bakan, siyasal kavrayışı yüksek, söylediklerini mutlaka epistemolojik temele dayandıran bir yazar var...

Hemen aklıma, karınca sabrıyla işlediği ve tamamladığı “portreleri” geliyor.

Fazla mı iddialı olur, bilmiyorum ama Cemal Süreya’yla ölen portre yazarlığı Alper Görmüş’le yeniden diriliyor.

Son zamanlarda okuduğum en iyi, en lezzetli portre yazıları, onun kaleminden çıktı, varsın iddialı olsun... Bu cümleden olarak, Şenol Güneş, Mustafa Denizli, Zülfü Livaneli ve Ruhat Mengi hakkında yazdıklarını zikredebilirim.

Paşa’nın günlüklerine gelince...

Günlükleri, Nokta dergisi ve Taraf gazetesinde parça parça yayınlandığında okumuş, tecessüsünü iddiaya dönüştüren ve bunu da “vatan görevi” olarak sunan Paşa’nın cesaretine hayran olmuştum.

Birincil sorumluluğu “sınırları korumak” olan Paşalar, oturup, geleceğimiz ve siyasetimiz hakkında kararlar alıyorlar, bu “kararlar” istikametinde, günlerini birtakım temaslar yaparak geçiriyorlar.

Mesela, gazeteci ağırlıyorlar.

Gazetecilerle kafa kafaya verip darbe tartışıyorlar.

Ziyaretler gerçekleştiriyorlar...

Bazen bir “yüksek yargı mensubuna” gidiyorlar.

Bazen eski bir siyasetçiye ve bürokrata “çat kapı” yapıyorlar.

Bazen tarafsız bölgede bir araya geliyorlar

Hep temas... Hep ziyaret... Hep görüşme... Hep teati... Hep fikir alışverişi...

Konu tek: “Ne yapsak da, siyaset kurumunu belirleyici olmaktan çıkarsak ve askeri müdahalenin önünü açsak...

Günlüklerde beni en çok şaşırtan şu oldu:

Paşalarımız maalesef kurgulanmış bir dünyada yaşıyorlar ve normal ülkelerde “ağır suç” sayılacak eylemlerini, asker ya da ordu imajının getirdiği masuniyetle, bir tür “edinilmiş dokunulmazlıkla” meşrulaştırıyorlar.

Hani, Özden Örnek çıkıp, “Halaskâran ruh taşımak ne zamandan beri suç sayılır oldu?” dese, bu edinilmiş (ele geçirilmiş) masuniyete göre haklı çıkacak...

Fakat artık başka bir dünyada yaşıyoruz Paşa...

İmaj tamam da...

Bir de “hakikat” diye bir şey var ve bu imajı paramparça ediyor.

(STAR)