Bir bakın çevrenize.

Geçmişinize...

Yarım kalanlarla doludur insan ömrü. Tamamlandığını sandığımız yaşanmışlıkların eksik, suskunlukla, hırsla ertelenmiş bir yanı vardır. Ertelemelerle dolu yaşamda, belki bu yüzden, “her ölüm erken ölümdür.” Yapmak isteyip de yapamadıklarımızla doludur ya hayatımızın belirli dönemleri, bizim değil başkalarının isteklerini ve hayatlarını yaşarız ya çoğu zaman (farkında olarak ya da olmayarak)... Kendimiz olmayı unutur umutlar ararız, başka sevdalar, başka yok oluşlar yaşarız ya, insanız ya neticesinde... İşte bu yüzden olsa gerek yaşadığımız olaylar bile aynıdır bazen, yakındır, paraleldir, çizgidedir.

Kendimize benzeyen insanlarla kurarız çevremizi.

Aynı acıları, aynı sevdaları yaşamış olmanın bizi hafiflettiğini düşünerek. Değildir aslında. Benzerlikler tekrar tekrar kanatır insanı. Geri dönüşü imkansız olan anların ahlarını çekeriz derinden şarap ve tütün kokularıyla sabahlara dek. Alkolun yuregindeki sizisiyla dokuluverir dizeler bazen en umulmadik yerde en umulmadik bicimde, buram buram gecmis kokan.

Heeey!

Sen!

Bakınma hic sağına soluna sana söylüyorum.

Evet. Evet sana...

şimdi sen, gecenin bir vakti gömülmüşken kadehlere sevdam icin acı cekiyorum mu diyorsun buna.

şimdi sen, harcarken yaşadığın her anıyı her yudumda çoğaltmak mı sanıyorsun masalarda

bitişini...

şimdi sen, kendine acı verdikçe değerlenir mi sanıyorsun sevdan...

Iç...

Daha cok iç...

öylesine çok iç ki sevdam boğulsun damarlarında.

Akamadıkca dilinden sevdan, takılıp kaldıkça boğazında,

Uyuştukca parmak uçların, daha çok düğüm düğüm olsun kor karanlığında gecenin...

Hangi ozan vurmuş ki sazına kahrolmaktır sevda diye...

Hangi aşık demiş içerek öldür sevdigini diye...

Sevdanın bile bir adabı varken...

Sen sadece iç batsın bu dünya edalarında.

Konuşmayı marifet sayanlardan olmanın acısı işlerken iliklerine...

Susmanın gizi alkol kokulu sabahlarda taşınırken gözlerine...

Yalınayak yürü çiçek pasajından Ortaköy`e.

Yürü...

Yürü ki kanasın, üşüsün, acısın ayakların!

Her adımda aksın sevdan yollara...

Heeey!

Seeen!

Evet sen! ! !

Simdi iç son dubleni...

Ve bir kibrit daha çak parmaklarının ucundaki sevdana...

Sevda böyle yaşanır anca bu masalarda.

 

Bizlerin sevdaları hep aynıdır neredeyse. Hep acı vardır. Zamansız ayrılıklar... Söylenmemiş sözler... Ailelerin olmaz deyişleri... Hep unutmak zorunluluğu vardır bizim sevdalarımızda. Ama öyle ama böyle... Zordur sevdayla dolu yüreği taşımak, sevda için yaşamak... Çoğu zaman yaşayamayızda, hep sebeplerimiz vardır vazgeçişlerimize, gerçekliğini kendimize inandırdığımız. Sevda denildiğinde konuşurken mangalda kül bırakmayan nicesi yaşamak dendiğinde ama`ların, ancak`ların, aslında`ların o dayanılmaz koruculuğuna sığınarak kendini salıverir geçmişin kollarına. Geçmişi yaşamak daha kolaydır ne de olsa; düşsel ve içsel yaşamın bir sorumluluğu yoktur...

Kaçınız ilk sevdiğinizle berabersiniz? Kaçınız en koyu yalnızlıklarda anımsamıyorsunuz onun gözlerini, gülüşünü, saçlarını savuruşunu, o edalı halini...

Yalan söylemeyin kendinize. Herkesin bir yanık tarafı vardır.

Derinden ‘ahhh’ çektiği yanı...

Haksızlık etmemek lazım gelir bugünün sevdalarına ama bizim dönemimizde daha bir güzeldi, özeldi, inceliklerle örülüydü sanki sevdalar. Ya biz yaşlandık ya da herkese yaşadıkları en güzel, en özel geliyor. Yok, yok! Değil! Bizler bir bakışa sevda şiirleri yazar, türküler bestelerdik küçük bir tebessüme. Elinin eline yanlışlıkla da olsa değmesiyle ateş basardı bedenimizi. Şimdilerde bir başka sevdalar!

Aynı hamurdan yoğrulmuştur sevda cekenler.

Gönül gözünüzün nefes alabilmesi için geçmişi bırakıp an denilenin hazzına varmalıyız.