Özel yetkili savcıların MİT hamlesini savunmaktan geri durmayıp bir taraftan da sürecin neticelerinden şikâyet eden birileri var. Diyorlar ki MİT hamlesi olmasaydı özel yetkili mahkemeler büyüteç altına alınmayacak, emniyette tasfiyeler olmayacaktı. Demek ki bu işten zararlı çıkanlar bu iki kurum. Bir de bu iki kurumun arkasında olduğu söylenen grup...

Yani “Bizi suçluyorsunuz ama aslında biz mağdur olduk” demeye getiriliyor... Dolayısıyla “MOSSAD yaptırmıştır” türünden açıklamalar burada işlev kazanıyor. Fehmi Koru bu tezi dün güzelce analiz etti, çelişkilerini ortaya koydu. Süreci başlatan düğmeye basanların şimdi sürecin mağduru gibi gösterilmesinin garabetine işaret etti.

Ancak bu konunun gözden kaçan bir boyutu da var:  İstanbul Emniyeti’nden bazı polis müdürlerinin hazırladığı müzekkere üzerine harekete geçen özel yetkili savcıların aldığı karar, evet, bir devlet krizine yol açtı... Türkiye’nin milli güvenliğini risk altına attı... Ülkenin itibarını zedeledi... Dış politikadaki bazı özel hamlelerini boşa çıkarttı... Dolayısıyla bütün bu konu başlıklarıyla ilgili birtakım özel tedbirlerin alınması gereği ortaya çıktı.

Bunlar doğru. Ama yargıda ve emniyet bürokrasisinde hüküm süren keyfiliğin önüne geçme düşüncesini bu son hamle ortaya çıkarmadı. Bu problem epeydir kendisini göstermekteydi zaten. Kendilerine özel bir dönemin gereği olarak özel yetkiler verilmiş olan bazı yargı mensupları ve onlarla yakın mesai içinde olan bazı polis müdürleri birtakım eylemleriyle ve kararlarıyla çoktandır tartışma konusuydu.

Bu kadroların Ergenekon ve Balyoz soruşturmalarında gösterdikleri başarı önceleri kamuoyunda takdir görüyor, alkışlanıyordu. Ama bu alanda yapılanlar giderek kamu vicdanında karşılık bulmamaya başladı. Çünkü soruşturma ve yargı süreçlerinde “kurunun yanında yaşın da yandığı” algısı oluşmaya başlamıştı. Ergenekon davasının asıl amacından uzaklaştığı, özel intikam girişimlerine alet edildiği düşüncesi yaygınlaşıyordu. Mesela Hanefi Avcı, Ahmet Şık, Nedim Şener gibi isimlerin kendilerine isnat edilen suçlardan dolayı değil, yazdıkları kitaplar yüzünden bu sürece dâhil edildiklerini düşünenlerin sayısı her geçen artıyordu.

Diğer taraftan yargı süreci bir türlü hızlanmıyor, dosyalar yeni ilavelerle sürekli genişletiliyor ve belirli şartlarda uygulanması gereken “tutuklu yargılama” tedbiri sanıklara yönelik bir “peşin cezalandırma”ya dönüşüyordu.

Askeri vesayet düzeninin tasfiyesi mücadelesine de gölge düşüren bu tablo siyasi iktidar açısından arzu ve kabul edilebilir değildi. Bu rahatsızlık en yüksek düzeyde ifade edildi. Ne var ki başlangıçta çok ciddi bir destekle bu yargı sürecinin önünü açmış olan siyasi iktidarın söz konusu meselelerle ilgili uyarıları yargı cephesinde nedense karşılık bulamadı.

Her seferinde verdiğim örneği yeniden hatırlatayım: Başbakan Erdoğan eski genelkurmay başkanı Başbuğ’un tutuksuz yargılanması arzusunu ifade ettiği günün ertesinde aylardır tutuksuz yargılanmakta olan bir diğer generalin de tutuklanmasına karar verildi. Bardağı taşıran asıl damla oydu ama pek hissettirilmedi.

Ancak siyasi iktidarın gözünde şu tablo netleşmişti: Kuvvetler ayrılığı prensibinin yargıya tanıdığı yerle yetinmeyen, özel yetkilerini kötüye kullanan, tartışmalı kararlarla yasamanın ve yürütmenin alanlarına tecavüz etmekten geri durmayan bir yapılanma vardı yargı içinde.

Hâlâ görevinin başında olan bir savcının skandal kararı söz konusu olmasa da bugün alınan önlemler alınacaktı. Çünkü bu önlemlerin alınması gerekiyordu. Belki de alınacak bu önlemlere engel olmak için o düğmeye basılmıştır. Ne dersiniz?

(STAR)