Bir ay kadar önce, günlük yazıya başlamadan deniz kenarında minyatür voltalar atmaktaydım...

Cep telefonum çaldı, bir de baktım Meral (Okay)...

- “Seni görüyorum” dedi, “deniz kenarında yürüyorsun... Yanına taşındım... Sezen bu apartman dairesini kiralamam için seferber oldu... Kafanı kaldır, sol tarafına bak, beni göreceksin...”

İki apartman bitişiğimde, üst katın penceresinden el sallıyordu bana...

Akademi Türkiye yarışmasında tanışıp samimi olmuştuk Meral’le...

Elbet samimiyetin esas temeli, bir yarışma programının renkli görselliğinden maada, Ankara’nın 78 kuşağını bağrına basan, kesif sigara dumanlı, oksijensiz kirliliklerden muzdarip, yeşilsiz soğukların etkisinde, ‘kalorifer isleriyle kaplı’, mavi panzerle çevrili, yeşil parkalı, Çağdaş Sahne’li, Ankara Sanat’lı, Zafer Pasaj’lı, Tandoğan Meydan’lı sıcak sohbetleriyle, samimi havasının ikimizin hayatlarında yarattığı paralel izdüşümleriydi...

***

Birbirimizin gözlerine bakarak anlaşırdık Meral’le...

Bir kuşağın, ölümden, baskıdan, zulümden, hoyratlıktan; her birinden bir şeyler kaybederek, yürüdüğü o ince meçhul güzergahta birbirimizi görmeden, tanışmaktaydık Meral’le...

Kocasını kanserden kaybetmişti...

Aynı yaştaydık...

Senaryolar yazıyor, senaryolar biriktiriyordu...

Sonra Muhteşem Yüzyıl’la inanılmaz bir başarıyı yakaladı...

Kim bilir hayatında kaçıncı kez o muhteşem başarıyı yakalıyordu...

Bütün okların da hedefi oldu elbet...

Kim bilir o da kaçıncı kez...

Hayat hep azimli başarılarla ve ölümcül okların tahteravallisi arasında geçip durdu bizler için...

***


- “Sezen’i de alalım, beraber yemek yiyelim” diyordu...

Sezen, Meral, ben, hep üçümüz buluşmaya niyetlenir, hep niyetlerimizin çok azını gerçekleştirebilirdik...

Buluşacak olmanın verdiği ümidin heyecanı, sanırsam bizi diri tutmaya yeterdi...

Yolculuğa gidilecek yerden çok, yolculuğun kendisinin insana haz vermesi gibi bir şey...

Yine tam buluşacaktık ki, Meral kanser oldu...

Bana laf arasında söyledi, sanki, nezle olmuşmuş gibi...

Ben de nezle olmuş gibi takmamış gibi davrandım ve yazmadım...

Ameliyat oldu...

Kemoterapiye başladı...

Vücudundaki agresif tümörle savaşmaya kendini adadı...

***

Geçen gün Sezen “ateşi çıktı dün hastaneye gitti” dedi...

Aradım ki, bu sefer de bir virüs bulaşmış, bir haftadır ateş sarmış arkadaşımı...

Sezen karşıdaki evde Meral’e bir oda yapmış...

Orada kalsın diye...

Şimdi hastanede...

Ateşini düşürmeye çalışıyor doktorlar...

Düşerse yeniden kemoterapi...

Biz yine buluşmaya karar verdik bermutat...

Sinema için hikayeler yazacağım, Meral senaryosunu, Sezen şarkılarını yazar belki...

Yaşadığımız hayatların ve acıların anısına...

Fethullah Hoca’yla, geçmiş günlerde stüdyoda yayınlar yapmış, yemekler yemiş, sohbetler etmiştim...

İnsan üzerinde bıraktığı olumlu bir enerjisi vardır Fethullah Hoca’nın...

Geçenlerde “çok ağır eleştirilerini okumuştum” Fethullah Hoca’nın Muhteşem Yüzyıl dizisiyle ilgili...

Eleştirilerine birşey söylemem...

Fakat bir gönül mesajı olarak kendisine iletebilirim ki, “Meral Okay sevgi dolu, çok dost bir yürektir...”

Dün telefonda konuşurken; “Neler gördük kızım biz?..” dedim, “Ne ölümler, ne dirilişler!.. Bir şey olmaz bize merak etme...”

- “Vurdu mu fena vuruyor Reha’cığım...” dedi...

Geçecek elbet...

Daha yemekler yiyeceğiz elbet...

Şarkılar besteleyeceğiz...

Hikayeler yazıp, filmler çevireceğiz...

Güzel günler göreceğiz çocuklar...

Güneşli ve güzel günler...

Hoş geldin Nisan...

*****

GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ

HAK ETTİĞİNİZ YER...

“Hayatın size getirdiği yerin, gerçekten hak ettiğiniz yer olduğuna güvenin...

Direnmeyi bırakın...

Önünüze her çıkan ne olursa olsun, onu kabulleneceğiniz bir tavır alın...

Bunu yapmak kaderiniz olan yola, gerçek yolunuza ulaşmanızı garantileyecek yöntemlerden biridir...

Robin Sharma...”

***


Başıma gelen olaylardan çok üzüldüğüm, çok sıkıldığım, onların oluş biçimini değiştirmek için giriştiğim inanılmaz mücadelelerin, zamanında üzerimde yarattığı gerginliğin yansıyışlarını hatırlıyorum şimdi...

Kabul edelim ki, hepimiz yüzde yüzlük bir “self-determinizm” kuramından geliyoruz...

“Toplumların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı ölümüne savunan bir anlayışın yansımalarıydık... Kendi kişisel kaderimizi tayin hakkını ölümün çok ötelerinde bir cesaretle savunacaktık...

Kendi kaderimizin tamamen kendi elimizde olduğuna inanmak, 17. yüzyıldan başlayarak bizlere kadar uzanan uzun bir felsefi yolculuğun izdüşümüydü...

Bizim dışımızdaki olayları küçümserdik...

Evrenin ve oluşların bizim dışımızdaki kendi gerçekliklerini, fazla kaale almazdık...

Militanlık, her şeyi kendimizin çözebileceğine inanmaktan geçiyordu...

***

Kaderciliği küçümsedik...

“Kaderci teorileri” küfür baabında algıladık...

Kadercilik miskinlik demekti...

Kadercilik uyuşukluk anlamına gelirdi...

Kadercilik, kendinden uzaklaşmanın, hayattan kopmanın, mücadeleden kaçmanın türeviydi...

Hayatımız boyunca korakor bir mücadeleye şiarlandırılmıştık...

Başkaldırıyı kutsamıştık...

Başkasını yapmamız bizi hayata karşı başkalaştırırdı...

***


Oysa artık Quantum’un teorisini yapan yaşam bilgeleri, ‘insana ve evrene ait her şeyi bildiğini sanan basit determinizmin vasat bilgiçliğine savaş açıyorlar...

Neyse bu noktalar işin felsefi boyutu...

Orayı geçip bize gelelim...

***


“Hayatınızda geldiğimiz yerin o an için gerçekten hak ettiğiniz yer olduğuna güvenin” diyor Robin Sharma...

“Önünüze her çıkan ne olursa olsun onu kabullenici bir tavır alın...”

Anahtar cümledir bu...

Önünüze çıkanı her ne ise kabullendiğinizde, o olaydan çıkartacağınız dersler, niyetler ve faydalar da çoğalıyor...

Hayatla kavga etmiyorsunuz...

Hayatın içinden kavga etmeden süzülüp gidiyorsunuz...

***

Yelkencilik yapanlar bilirler...

Gideceğiniz noktaya gidebilmek için yelkeninizi rüzgarın geliş yönüne göre çevirirsiniz ki rüzgardan yararlanabilesiniz...

Gideceğiniz noktaya, rüzgarın estiği yöne göre, düz bir çizgiyle ulaşamazsınız...

Ancak zikzaklar çizerek varabilirsiniz...

Motorla seyirde değilseniz, doğanın göbeğinde, dalgaların hışırtısıyla yelken yapıyorsanız böyledir bu durum...

Burada sadece doğanın kuralları işler...

Her yelkenci bilir ki, rüzgar bitti mi, yelkenli de biter...

Yelken yapmak istiyorsa rüzgarın biraz olsun esmesi, yaprakların kıpırdaması gerekmektedir...

Yoksa yapılacak tek şey saatlerce beklemektir...

O sırada, yelkenci, güneşlenebilir, yemeklerini pişirebilir, yüzebilir, balık tutabilir, teknedeki işlerini halledebilir...

Tek bir şey yapamaz sadece...

Teknede oturup rüzgarsız havaya küfretmekle zamanını geçiremez...

Bir yelkenci denizin şartlarıyla kavga etmez...

Denizin şartlarına ne gerektiriyorsa, ona göre rota tutar, yelken basar...

Evrenin de aynıdır...

Başınıza gelen olaylarla kavga edilmez...

Onu kabullenir, karşısında neler yapılabileceğini düşünürsünüz...

Kendinizi geliştirir, gerçek kaderinizin izini sürersiniz...

Olaylarla kavga etmeyin, onlarla barışın...

Bir denizci gibi davranın...

Rüzgarla kavga etmeyen, rüzgarların gücüyle açık denizlere yelken basan bir denizci gibi...

(VATAN)