Son günlerde yaşadığımız skandal üstüne skandal olaylarından çıkarmamız gereken dersler olduğu gibi anlmamız gereken çok önemli detaylarda vardır. Artık şu kesin bir şekilde netleşti ki yaşanan bu kavga ve skandallar sadece Ak Parti ile Cemaat'in savaşı değil, yaşanan şey, aynı zamanda bir hegemonya ve bir meşruiyet krizidir.


Hükümetin Gülen hareketine yönelik başlattığı öncü ve ölümcül saldırılarda bile farkında olmadan kendisinin de dağılıp ne yaptığını bilemez hale düştüğüdür.


Kuşkusuz devlet düzeyinde bir “çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörlerinde olduğunu da unutmamalıyız. Çünkü yaklaşık iki yüz yıldır devlette belirli aralıklarla, [20-25 yıl],1839, 1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960, 1971, 1980 ve 1997'de yaşanan olaylarda bunun açık bir ispatıdır.


Bununla birlikte hükümetlerin ve devlet içindeki kompradorların yaptıkları bütün antidemokratik ve hukuk dışı eylemliklerine de daima “kutsal devlet” kılıfını da uydurmuşlardır.


Osmanlı İmparatorluğu'nda da devlet kutsaldı, devlet her şeydi.


Cumhuriyet döneminden şimdiye kadar devlet kutsallığını koruduğu gibi Atatürkçü'lüğü de silah ve kanun zoruyla da korumuştur.


Cumhuriyet öncesi ve sonrasında da yönetici kompradorlar hiç değişmedi. Cumhuriyet ilan edilmeden önce kimler yönetiyorsa, cumhuriyetten sonra da aynı ekip yönetmeye devam etti. Dolaysıyla topluma aşılanan “kutsal devlet” zırhıyla devletin bekası için bireye yönelik yapılacak her türlü eylem de haklı ve meşru sayıldı.


Bu durumda devlet içinde bir iktidar ikiliği de oluştu. Biri “asıl devlet partisi” denilen iktidar ve güç odağı, diğeri de görünen-bilinen iktidar, yani “seçimle” gelen “iktidar.“ Asıl devlet partisi” her zaman kendini devletin varlığından ve bekasından sorumlu hissediyor. Gerekli gördüğü zaman duruma müdahale ederek, rayından çıktığını düşündüğü aracı rayına oturtuyor.


Dini cemaatlerin üzerinde silindir gibi geçme, onları etkisizleştirme, hizaya getirme, adam etme ve laikçilerin bile ne olduğunu pek çözemediği “laiklik” adı altında bütün inançları dört duvar arasında hapseden militarizm anlayışıyla hareket devlet milletin canına hep okumuş ve okumaya devam etmektedir.


Ankaralılaştıkça yalnızlaşan, yalnızlaştıkça kendisine yeni partner arayan ve girdiği girdaptan çıkmak için artık her yolu mübah gören Ak Parti, vesayetçi, cuntacı, darbeci ve demokrasi düşmanı dediği kesimlerle dirsek temasına girmekte ve güya ordunun imajını düzeltme yoluna gitmektedir.


Ergenekoncu, Balyozcu, Poyrazcı, Eldivenci ve 28 Şubat darbecisi diye vesayete karşı çıktığını, bunlarla mücadele ettiğini söyleyen Ak Parti bu söylemleri üzerine de iktidar olduğu ve iktidarını 3 dönemdir devam ettirdiğini bilinen bir gerçektir.


Bugün yaşanan krizden çıkmak için çok daha sorun yaratmak, vesayetçilere sarılmak ve şiddetin dozunu arttırmak sorunu çözmeyeceği gibi arlanmadan şiddetin dozuna kılıf uydurup “demokrasiden”, “hukuk devletinden” ve “temel insan haklarından”da söz etmek toplumun aklıyla alay etmekten başka bir şey de değildir.


Doğu'dan Batı'ya, Kuzey'den Güney'e, bu ülkede yaşayan 76 milyon milletimizin artık bu rezilliklere son verilmesi için sesini gür çıkarması, rejim krizinden çıkmak için seyirciliği bir tarafa bırakıp kendi hikayesini kendisi yazması ve bu hikayeyi Ak Parti hükümetine de anlatması lazım.


Yarhu arkadaş yanlış yapıyorsun demesi lazım...


17 Aralık'tan bu yana bütün dünya medyasının dilinde pelesenk olduk. Rezil ve kepaze olduk. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir başbakan ABD hükümeti tarafından yalanlanmıştır.


ABD’nin ve Batı’nın, özellikle Gezi olaylarından sonra, Ak Parti'nin yıldızının söndüğünü görmekle birlikte 17 Aralık'tan bu yana da yeni alternatif arayışı içine girdiği de bir gerçektir.


Başbakanın yakın danışman kadrosu bunu görmüyor, onu uyarmıyorlar mı?


Padişahım hay sen çok yaşa demekten başka ne işe yarıyorlar bu kadrolar?


İlker Başbuğ'un tahliyesinden önce yapılan “kumpas” tartışması ve dün yaşanan tahliye olayında şunu da anlıyoruz ki, Ak Parti orduya ve ulusalcılara yönelik son bir ittifak yapmış, geleneksel sermayeye de ittifak çağrısını yapmıştır.


Ordu ve ulusalcılarla ittifaka giren Ak Parti iktidarının yürütmenin gücünü kullanarak Cemaat'i tasfiye etmeye çalışması ona hayır getirmeyecek, tersine ok'un ucu kendisine dönecektir.


Yolsuzluk, üsulsüzlük, rüşvet, adam kayırma, çürüme, sömürü, yağma ve talan ayyuka ulaştı ve tüm iktidar bünyesini ahtapot gibi sardı.Devletin varlığını, milletin geleceğini ve hayatını riske sokan bu aymazlıktan artık vazgeçilmesi lazım.


O halde artık yüksek sesle dillendirilen “aydınlara çağrı” ve “haykırışlara” karşı artık bu millet de yüksek sesle sesini çıkarmalı, olanlara karşı tepki koymalı, hukukun, adaletin, temel hak ve hürriyetlerin ayaklar altına alınmasına
şiddetle tepki göstermelidir.


Parsel parsel parsellenen ve Perslilere peşkeş çektirilen milli kaynaklarımıza sahip çıkmalı ve koca hükümetin bakanlarının da Perslilerin önünde yatmaktan vazgeçmeleri sağlanarak bu ülkenin onur ve haysiyetini korumalıdır.


Facebook, tweetter ve bütün internetin dilini keserek bu ülkeye ne demokrasi gelir, ne de adalet. Tam tersine ülke orta çağ karanlığa geri döner, bu ülke İran, Irak, Suriye ve Tanzanya olur.


Yarı demokrasi, kör topal bir hukuk rejiminden tam gaz otokratik bir rejime gittiğimiz kuşkusuzdur.


HSYK'nın tarumar edildiği, hırsızların serbest, hırsızı kovalayanın sürüldüğü, cezalandırıldığı, insanların fişlenerek yaşamlarının karartıldığı bir yerde biz hangi demokrasi ve hangi temel hak ve özgürlüklerden söz edebiliriz ki?


Toplumun taraflara bölündüğü, kutuplaştırıldığı, Türk-Kürt düşmanlığının körüklenmeye ve bin yıllık kardeşlik bağının koparılmaya çalışıldığı bir yerde biz hangi toplumsal barıştan söz edebiliriz ki?


Yani artık taraf-maraflara değil kendimize bakmanın, kendimize gelmenin ve silkilenmenin zamanı geldi. Kokuşmuş, çürüyen cesedi mezarına gönderecek ve gerçek yaşamsal alternatifi yeşertecek tek yol: Hukuk ve adalettir. Toplumsal barış ve kardeşliktir...


Son olarak da; İlker Bağbuğ tahliye olduktan sonra; “Benim hayatımın 26 ayı benden çalındı”dedi. Bende buradan Başbuğ'a soruyorum:


Sayın Başbuğ; sizin hayatınızın 26 ayı sizden çalındı ve hayat çalmanın, karartmanın ne kadar da acımasız olduğunu da öğrendiniz. Peki sizin komutanınız beni fişleyerek 23 yıllık hayatımı benden çalarak, benden dolayı ailemin ve daha dört yaşındayken ayrılmak zorunda kaldığım evladımın hayatını çalıp karartan sizlerin ve komutanlarınızın vicdanı hiç mi hiç sızlamadı? Diye sormak istiyorum.