Sevgili Okurlar,


Geçen haftaki yazımda sizlere ‘ ruhun karanlık’ yönlerini yansıtmaya çalışmıştım. Bu hafta aynı konuya ile ilgili iki edebi eser üzerine düşüncelerimi aktarmak istiyorum.


Hakkında bahsetmek istediğim ilk eser, Stefan Zweig’ın ‘Satranç’ isimli uzun öyküsü. Zweig, ‘Satranç’ isimli uzun öyküsünü aslında kendi karanlıklarından kısa süre önce yazmış. Yazar, 2. Dünya Savaşının etkisi olarak ülkesi olan Avusturya’yı terk etmek zorunda kalmıştır.  Savaş esnasında Avrupa’nın içinde bulunduğu siyasi duruma dayanamayan Zweig, eşi ile birlikte 1942 ‘de Brezilya’da intihar eder.


Roman kahramanlarında biri olan Dr.B., Avusturya'da yaşayan zengin bir ailenin çocuğudur. Aile mesleği gereği kilise ve sarayın gizli politik görüşmelerinde aracılık yapar ve birçok bilgiye sahip olur. Adolf Hitler, yönetimi ele geçirince Dr. B sahip olduğu bilgiler nedeniyle gözaltına alınır. Fiziksel bir işkence görmemesine karşın yalnızlığa mahkûm edilir. Bir otel odasında yapayalnız günler geçirir. Uzun sorguların birinde bir SS subayının cebinden bir kitap çalar ve odasına dönünce mutluluktan ne yapacağını bilemez. Körleme hayatı artık renk bulacaktır. Kitabı açar ve görür ki bu bir Satranç Teknikleri kitabıdır. Yalnızlığı onu satır satır satranca sürükler. "Üstelik siyah olan Dr.B'dir ve beyaz olan yine Dr.B"dir. Günler ve gecelerce Satranç okur bu kitaptan. Defalarca ve defalarca. oyun kurgular kendi kendine siyah ve beyazı kendi olan.


Siyah ve beyazın arasında kendisini kaybeden roman kahramanı hakkında okurken, sadece aydınlık ve karanlığı hissetmiyor, aynı zamanda kişilik bölünmesini, bir kişinin kendi derinliklerinde kaybolmasını da izliyorsunuz.

 

 “Ama kendime karşı oynamaya başladığım andan beri kendimi zorlamaya başlamıştım. İki benliğimden her birinin siyahtan yana benliğimin ve beyazdan yana benliğimin, birbirine karşı çekişmesi gerekiyordu. Her ikisi de kendi hesabına kazanmak için sabırsızlanıyor, hırslanıyordu. Siyah taraf için oynayan kişiliğim, beyaz taraf için oynayan kişiliğimin yapacağı hareketi merak ediyor ve ben nöbetler geçiriyordum. İki ayrı kişiliğimden her biri, öteki bir yanlış yapınca hoşnutluğunu açığa vuruyor, bir yandan da kendi beceriksizliğine kızıyordu.

Bütün bunların deli saçmasından bir farkı yok gibi görünür. Gerçekten de, bu biçimde zorlama bir içe kapanış, normal bir insanın böylesine tehlikeli bir heyecanla ikiye bölünüşü, aklın almayacağı bir şey olabilirdi…….Kendime karşı oynadığım bu çılgınca oyundan başka hiçbir yolu olmadığından, içimi dolduran öç alma hırsı, oyuna kendini bırakmıştı körükörüne. İçimde haklı çıkmak isteyen bir yan vardı. Çarpışıp yenebileceğim tek şey, ikinci kişiliğimde. Böyle olduğu için, oyunda heyecanım neredeyse hastalık halini alıyordu. İlk zamanlarda sakinliğimi kaybetmeden ve ölçüp biçerek düşünüyordum; sinirlerimi fazla yormamak için bir oynayıştan ötekine geçerken ara veriyordum. Beyaz taraf için oynayan kişiliğimin hareket yapmasıyla, siyah için oynayan kişiliğimin şiddetle atılması bir oluyordu. Bir oynayış kişiliğimin şiddetle atılması bir oluyordu. Bir oynayış sona erer ermez, kendimi ikinci bir oynayışa zorluyordum. Çünkü iki ayrı satranç kişiliğimden biri her defasında ötekine yeniliyor ve rövanş istiyordu.”

Psikoloji terimlerinden biri olan “gölge” terimi Isviçreli psikolog Carl Jung tarafından ortaya koyulmuştur. ‘Gölge’ terimi ile bahsetmek istediği ise, kişiliğimizin olumsuz yönleri ve saklamak istediğimiz karanlık yönlerimizdir.

Psikoterapist Connie Zweig için ise, bu konuda, herkesin bir gölgesi olduğunu ve esas yapılması gerekenin onunla yüzyüze gelebilmek ve buluşmak olduğunu ifade etmiştir. Eğer bunu yapmaz isek, hayatımız boyunca bu gölgenin kurbanı olabileceğimizden bahsetmiştir.

Carl Jung’a göre, bize uygun gelmeyen, gizlediğimiz ya da yok saydığımız her şey ‘gölge’ sıfatını alır. Bununla birlikte, kendimiz ile ilgili bilmek ya da görmek istemediğimiz yanlarmız, özelliklerimiz de ‘gölge’ haline gelir.

Bizler, kendi gölgelerimizi tanıyıp, sahiplenmek ve aydınlık haline getirmek yerine,  başkalarinin ve diğerlerinin karanlığını tanımak yoluna gidiyoruz. Gölgelerimizi, ya da karanlık yanlarımızdan kurtulmak yerine bilinçaltımızda yatan özelliklerimizi ya da taraflarımızı bilinçli hale getirmek amacımız olmalıdır. Robert Bly’ın söylediği gibi, çantamızdaki eşyaları ortaya dökmek amacımız olmalıdır.

“Satranç” öyküsü gibi beni karanlıklara ve aynı zamanda aydınlıklara götüren bir diğer eser ise,  ‘ Engereğin Gözü’ isimli roman. Livaneli’nin ilk romanı olma özelliği taşıyan bu eser hakkında ise, Yaşar Kemal harikulade bir yorum yapmış. Eserin konusundan bahsetmek yerine sizlere bu yorumu aktarmak istiyorum.

“Bu roman, hem karanlığın hem de aydınlığın, umudun romanıdır. En yıkılmış, çürümüş bir insanın içindeki insani duyguların, bir an gelip bir ışık topu olup parladığı bir romandır…” Yaşar Kemal


Gelin kendimize dürüst olalım, kendi içimize gömülerek, kendi karanlık yönlerimizi görünür hale getirelim ve de kendi kendimizi aydınlatalım!

Neşe dolu aydınlık dolu bir hafta diliyorum!