\"Türkiye hâlâ AİHM\'de en çok dava edilen ülke. Muhalif gençlere yönelik \'terör suçlusu\' uygulamasında bir gram değişiklik yok.\"

ürkiye’nin değişik cezaevlerinde ‘ölüm oruçları’ sürüyordu. 2000 yılının sonbaharıydı. Dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, bir grup gazeteciyi, bilgilendirme amacıyla İstanbul Hâkimlerevi’ne davet etmişti.

Cezaevleri Genel Müdürü, (daha sonra HSYK üyesi olarak ünlenen) Ali Suat Ertosun’du. Ertosun, verdiği brifingde ‘ölüm oruçları’ yapılan cezaevlerinde yatanların büyük çoğunluğunun terör suçluları olduğunu söyledi ve bazı rakamlar verdi.
Ben, bunun üzerine söz alarak “Terör suçlusu olarak adlandırdığınız kişilerden yüzde kaçı, bir şiddet eyleminden suçlanıyor? Bana cezaevlerinden gelen mektuplarda, bu şekilde suçlananların yüzde 90’ının hiçbir şiddet eylemiyle ilişkili olmadığı belirtiliyor. Avukatlarla yaptığım görüşmelerde de benzer bir tablo ortaya çıkıyor” dedim.

Ertosun, terör suçlularının ne kadarının şiddet eylemleriyle ilişkili olup olmadığını bilmelerinin mümkün olmadığını söyledi. Ben, istenirse bu rakamın bulunabileceğini ve şiddetle hiç ilişkisi olmayan insanları ‘terör suçlusu’ sınıflandırmasına sokarak yargılamanın, onlar üzerinden yorumlar yapmanın hukukun temel ilkelerine aykırı düştüğünü belirttim.

Aradan 12 yıl geçti. Gerçekten de bu yıllar içinde Türkiye’de birçok şey değişti. Ancak muhalif gençlere yönelik ‘terör suçlusu’ uygulamasında bir gram değişiklik yok. Gelen mektuplarda gençler tarafından anlatılanlar, 12 yıl öncesinden pek farklı görünmüyor.
Önümdeki onlarca mektuptan bir örnek: “Adım Meltem Tuna. Gazi Üniversitesi Felsefe Bölümü son sınıf öğrencisiyim... Sincan Kadın Kapalı Cezaevi’nden yazıyorum. Bir ay önce sabahın erken saatinde (tam da vize sınavlarımın olduğu hafta) onlarca polis apar topar ailemle birlikte yaşadığım evi bastı. Odamı, kitaplarımı, CD’leri, bilgisayarımı, özel bütün eşyalarımı didik didik aradı. Sözde ‘örgütsel doküman’ olarak Marx ve Engels’in kitapları dahil birçok kitaba, bilgisayarımın hard diskine, film CD’lerine, cep telefonuma el konuldu.
4 gün gözaltı süresi, savcılık ifadesi, mahkeme derken THKP-C Direniş Hareketi üyesi olmaktan tutuklandım ve işte hapishanedeyim hâlâ.

Tutuklanmama ve örgüt üyesi olmama gerekçe olarak, katıldığım tamamen yasal eylemler (8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü etkinliği, 2 Temmuz Sivas Katliamı Anması vb.), Ankara’da düzenlediğimiz konser, yasadışı hiçbir unsur içermeyen telefon ve internet görüşmelerimiz gösterildi.

Yalnızca ben değildim tutuklanan. Aynı gerekçelerle Denizli’den, Eskişehir’den, Kocaeli’den ve yine Ankara’dan 5’i öğrenci 8 kişi tutuklandık. Benimle beraber toplam 7 kişi Sincan Hapishanesi’nde, bir öğrenci arkadaşımız da Kandıra F tipi Hapishanesi’nde bulunuyor.

Gözaltına alındığım andan itibaren yaşadığım her şeyi sadece şaşkınlıkla seyrediyorum.
Biz, yasal yayın yapan (vergisi ödenen, kayıtlı, izinli) siyasi bir dergi olan ‘ODAK Dergisi’ okurlarıyız. Yaklaşık dört yıldır ‘Eğitim ve Dayanışma’ adında bir kampanya yürütmeye çalışıyoruz dergi okurları olarak. Aslında biliyoruz ki göstermelik gerekçelerle tutuklanmamızın temelinde bu kampanya var. Silahımız, tüfeğimiz yok hiçbirimizin, o sebeple sadece kitaplarımızı aldılar delil olarak.
Şimdi sizden istediğim sesimize ses olmanız. Sadece bizim için değil, benzer gerekçelerle tutuklanan yüzlerce öğrenci arkadaşımız için durumumuzu sizinle paylaşmak istedim.”

Türkiye, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde aleyhine en çok dava açılan ülke” olma özelliğini koruyor. Geçen yıl, en yakın rakibi Rusya’yı bile hak ihlalinde (159/121) geride bırakarak bir kez daha rekor kırmış.
Türkiye’deki siyasi tutuklu ve hükümlü sayısı da bir rekor niteliğinde. Bir araştırmaya göre; dünyadaki 35 bin civarındaki siyasi tutuklunun 12 bini Türkiye’de. Bunların çoğunluğunun da ‘terör örgütü üyeliği’nden tutuklu olduğunu düşünürsek ‘dünyanın en çok terörist yetiştiren ülkesi’ olma özelliğimiz de sürüyor diyebiliriz.

Siyasetimizin, yargımızın bu rakamları önüne koyarak, gençlerin geleceğini karartan yargılama sistemine, en küçük ilişkiyi ‘terör örgütü üyeliğine’ dönüştürme alışkanlığına bir son vermesi gerekiyor.
Tolstoy diyor ki: “Bir devlet hapishanelerinden anlaşılır.”