Suriye meselesi konusundaki görüşlerimi çeşitli vesilelerle ifade ettim. Tekrarlamam gerekirse şöyle: Türkiye hükümeti ile aynı fikirdeyim. Bugüne kadar 14 binden fazla yurttaşını kadın çocuk demeden katleden Şam yönetiminin hiçbir meşruiyeti kalmamıştır.

Baas diktatörlüğü yerini temsili bir yönetime bırakmalıdır. Suriye'deki durum ne Irak, ne Afganistan, ne de Libya ile karşılaştırılabilir. Ancak Sırp zulmüne uğrayan Bosna ve Kosova ile mukayese edilebilir.

İnsani gerekçelerle de olsa dışarıdan yapılacak silahlı müdahale çok vahim sonuçlar doğurabilir. Bunun için diktatörlüğün uluslararası topluluğun, uluslararası hukuk çerçevesinde yapacağı baskılar ile devrilmesi sağlanmalıdır. Diktatöre, Yemen örneğinde olduğu gibi iktidarı terk etme karşılığında yargılanma muafiyeti tanınabilir.

Başbakan'la aynı fikirdeyim. Başındaki zalim diktatörlerden kurtuluncaya kadar, Türkiye uluslararası hukuk çerçevesinde ve diplomatik imkanları kullanarak Suriye halkı ile dayanışma içinde olmalıdır. Ancak Ankara, Suriye'ye karşı savaşa girmekten kesinlikle kaçınmalıdır. Sonunda Suriye'ye bir dış silahlı müdahale gerekecekse, bu mutlaka uluslararası hukuk çerçevesinde ve uluslararası koalisyonla olmalıdır.

Suriye'nin silahsız ve kimliği belli bir Türk uçağını, hangi gerekçeyle olursa olsun, kendi karasularında ya da uluslararası sularda, hiçbir uyarıda bulunmaksızın düşürmesi, düşmanca bir eylemdir. Bu provokasyon karşısında Ankara'nın serinkanlı ve itidalli bir tavır takınması doğrudur. Ancak düşmanca tavrın tekrarlanması halinde Ankara, uluslararası hukuk çerçevesinde gereken cevabı vermekte haklı olur. Türkiye, kimsenin "maşası, taşeronu" değildir. Bu yönde, anamuhalefet partisi liderinden de duyulan suçlamalar demagojiden ibarettir. Türkiye hükümeti her zaman olduğu gibi bugün de (elbette müttefikleriyle danışarak ama) kendi bağımsız iradesiyle davranmaktadır.

Geçen salı günü AKP grup toplantısında yaptığı konuşmayı bu çerçevede değerlendirdiğimde Başbakan Erdoğan'dan ayrıldığım noktaların başlıcalarını şöyle sıralayabilirim: Evet, Türkiye komşu, akraba, kardeş halklara sırtını dönemez. Bunun gerekçesi, Türkiye'nin "kalkınması ve büyümesi" değil, bölgesinde barış ve demokratikleşmeyi özendiren bir ülke olma hedefidir. Bu hedefi için de Ankara öncelikle kendi Kürt yurttaşlarının haklı demokratik taleplerini karşılayarak iç barışı ve istikrarını hakim kılmalıdır.

Eğer Türkiye bir demokrasi ise kimse "milli dava" gerekçesiyle hükümetin yanında yer almak zorunda değildir. "Milli çıkar"ın nerede olduğuna karar verecek tek merci, hükümet değildir. Herkesin "milli çıkar"ın nerede olduğuna dair (doğru veya yanlış) farklı değerlendirmeleri olabilir. Bunun içindir ki Başbakan, uçağımızın düşürülmesi üzerine parlamentoda temsil edilen bütün partilerin görüşlerini almak ve sonra hepsine teşekkür etmekle doğru olanı yapmıştır. Bunun içindir ki Başbakan, muhalefet partilerinin ve sözcülerinin farklı değerlendirmelerini saygıyla karşılamalı, bunlardan çıkan bir ders varsa dikkate almalıdır.

Eğer Türkiye bir demokrasi ülkesi ise Başbakan'ın kimi köşe yazarlarına yönelik şu sözleri kesinlikle ve asla kabul edilemez: "Hedef saptırmaya gayret eden bazı köşe yazarları görüyorum. Sanki bu ülkenin evladı değil bunlar... Kalemleriniz belki belli yerlere satılmış olabilir, ama bu siyasi irade hakka ve halka teslim olmuş siyasi iradedir... Böyle bir milli meselede devletin, hükümetin, TSK'nın haksız, mesnetsiz şekilde hedefe konulması aymazlık, sorumsuzluk olur..."

Demokrasilerde gazetecilerin görevi, hükümetlere değil gerçeğe sadakattir. Herkes gibi gazeteciler de diledikleri, en aykırı görüşleri dahi serbestçe ifade ederler. Hükümetler muhalif görüşlerin yanlış olduğunu gösterebilirler, ama sahiplerini "hedef saptırmakla, ülkenin evladı olmamakla, satılmışlıkla" suçlamak demokratik kültürle bağdaşmayan otoriter demagojiden ibarettir.

(Zaman gazetesinden alınmıştır)