Türk siyasal tarihine baktığımız da siyasi aktörlerin birbirlerini çok rahatlıkla “vatana ihanet” suçuyla suçladıklarını, Adnan Mendres'ler, Şeyh Said'ler, Seyyit Rıza'lar, Zorlu'lar, Gezmiş'ler ve Çayan'ların kendilerini darağacında bulduklarını ve “vatana ihanet” suçlamasıyla binlerce Türk'ün, yüz binlerce Kürd'ün yağlı şeritlerle idam edildiklerini, öldürüldüklerini, zindanlarda çürüttüklerini ve yaşamalarının cehenneme dönüştürdüklerini görmekteyiz.


Geçmiş yakın tarihimize baktığımızda da yine yüzlerce yazarın, aydının, gazetecinin ve akademisyenin de “vatana ihanet” suçlamasıyla sürgüne gönderildiklerini, öldürüldüklerini ve hapishaneleri doldurduklarını görmekteyiz.


Çok sıradan basit konularda bile herkes herkesi çok rahatlıkla “vatana ihanet” suçlamasıyla suçlayabilir ve suçluyorlar da. Hele hele MHP'li ve CHP'li bazı ulusalcıların ellerinde “vatana ihanet” metresi var, önlerine geleni vatana ihanetle suçlayıp insanların vatan sevgisini arsızca ölçüyorlar.


Vatana ihanet kavramının içeriği ve anlamı yerlerde paspas gibi sürünüyor. Oysaki “vatana ihanet” kavramının anlamı o kadar da basit değildir.


Eğer siz vatanınızı yedi yahudi ecnebilere peşkeş çektiriyorsanız, eğer siz dış güçlerin tarih boyunca içimizde yaratmaya çalıştıkları kavgaya, kana, ülkenin ve milletin çıkarlarına zarar veriyorsanız, eğer siz vatanı bölüp parçalamak isteyenlere çanak tutup, vatanın parçalanmasına ve milletin bölünmesine yönelik eylemlerde bulunuyorsanız işte o zaman “vatana ihanet” suçunu işlemiş olursunuz.


Ayrıca vatan ve millet sevgisi hiçbir kurumun, zümrenin veya siyasal hareketin tekelinde olamaz ve hiç kimsenin hiç kimseye de “ben senden daha vatanımı seviyorum, sen vatan hainisin” deme hakkına ve hukukuna asla sahip olamaz.


Taraf Gazetesi Yazarı Mehmet Baransu, 2004 yılına ait MGK kararlarını ve fişleme belgelerini yayınladıktan sonra büyük kıyametler koptu. Hükümet ve Cemaat arasında varolan kavgayı daha da kızıştırdı ve ne yazık ki gönüller arasında büyük kırgınlıkların meydana gelmesine neden oldu. Öyle ki; bugün Fethullan Gülen hoca efendi yaptığı açıklamada “annem, babam, dedelerim ölseydi bu kadar üzülmezdim” gibi ifadeleri kullanarak üzüntüsünü dile getirdi.


Fişleme ve MGK'nın kararlarını yayınlayan Mehmet Baransu ve Arzu Yıldız hakkında, MİT, ve MGK tarafında suç duyurusunda bulunuldu. Atılı suç ise; devletin gizli belgelerini açıklamak.


Bununla ilgili Başbakan Erdoğan'da devletin gizli belgelerini ve mahremiyetini afişe edenleri “vatana ihanet”le suçlayarak çok sert bir açıklama yaptı.


Nasrettin Hoca'nın damdan düştükten sonra “bana damdan düşen birini getirin, ancak damdan düşenin halinden damdan düşen anlar” dediği gibi fişlenenin halinden ancak fişlenen anlar. Fişlenenin yaşadığı cehennemi anlayabilmek için ancak fişlenmiş olmak ve zehirlenen hayatın acısını yaşamak gerekir.


Fişlenmek o kadar da sıradan ve basit bir olay değildir. Bu ülkede fişlenmiş olmak demek yaşamsal bütün haklardan, temel hak ve özgürlüklerden, insan gibi yaşamaktan yoksun olmak ve her gün lokmanı gözyaşlarıyla yemek demektir.


Fişlenmek demek; ailenin parçalanması, evlat acınısın yaşaması, kışın soğuğunda donmak, yazın cehenneninden cayır cayır yanmak demektir.


Dolaysıyla fişlemeleri ortaya çıkartmak demek vatana ihanet demek olmadığı gibi vatan evlatlarına yapılan haksızlığın, zulmün, adaletsizliğin ve hukuksuzluğun afişe etmesi, insanlık tarihinin önünde fişlemeyi yapanları tarihin çöplüğlüne atılması, onları insanlığın vicdanında, evrensel adaletin önünde mahkum edilmesi, bir parça olsun insanlığın vicdanına su serpilmesi gerekir.


Hatırlayalım; eski İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'da devlet sırrının zırhını arkasına alarak ne demişti. “Ben yapılan bin operasyonun hesabını vermem, açıklamam, devlet sırrıdır.”demişti. Ancak bu bin operasyon kime karşı yapıldı, kaç mazlum ve masum insanın canını yaktı, kaç aileyi parçaladı, kaçbin anne-babanın yüreğine, ocağına ateş düşürdü diye kimse hesap sormadı.


Bu vatanın ve bu milletin evlatlarına, ailelerine yönelik işlenen suçların, kedinin kendi pisliğinin üstünü toprakla örtmeye çalıştığı gibi suçların üstünü örterek nasıl yurtsever olabiliriz ki?


Yurtseverlik ve vatanseverlik demek işlenen suçların üstünü örtmek demek mi?


Bunun karşılığında vatana ihanetle suçlanmak mı demek?


Böyle demokrasi, böyle hukuk ve böyle bir anlayış dünyanın hangi evrensel adaletinde vardır?


Dolaysıyla yapılması gereken Mehmet Baransu ve Arzu Yıldız hakkında suç duyurusunda bulunmak, onları cezalandırmak değil, insanlığın yüz karası olan fişlemeyi yapanların yargılanması ve hesapverebilmelerini sağlanması gerekir. Ancak bu şekilde ülkede toplumsal barış, evrensel adalet ve herkesin hukuk önünde eşitlik ilkesi sağlanabilir.


Faşist Cunta rejimi tarafından fişlenmiş, hayatı zehir edilmiş, insani bütün hakları elinden alınmış biri olarak fişnenen insanların ne tür acıları yaşamış olabileceğini biliyor ve fişlemeleri yapanlarını lanetliyorum. Her kim yapmış olursa olsun, istersen babamın oğlu yapmış olsun, hayat karartan herkesi şiddetle ve nefretle kınıyor, onları kainatın sahibi, alemlere bayrak olan, yeryüzünü ve gökyüzünü ayetlerle dolduran Allah'a havale ediyorum.


Dilerim Allah'tan beter olsunlar. Yaşadığımız acının bin beterini cehennemde yaşasınlar...


28 Şubat sürecinden mağdur olanların mağduriyetlerinin giderilmesine yönelik kanun çıkartıldı. Kanun çıkarken ben ve 28 Şubat davasında benim gibi Müşteki olan onlarca insanla mutlu olduk, sabah-akşam hayal kurduk. Ben hem mağdur edildiğim TBMM'ye ve hemde Başbakanlığı'a başvurdum. Bir taraftan 28 Şubat duruşmasını takip ederken diğer taraftan Başbakanlık, Meclis ve Devlet Personel Daire Başkanlığı arasında mekik dokudum.


Sonuç mu dersiniz?


Sıfır elde var sıfır. 3 ay sonra, yani dün Devlet Personel Daire Başkan Yardımcısı Şaban Talş imzalı ve bir paragraflı bir mektup aldım. Mektubu alınca inanın beynimden vurulmuşa döndüm.


Şaban Talş diyor ki;


“23. 08.1996 tarihinde yapmış olduğunuz bir program nedeniyle gözaltına alındığınız ve bu sebeple hiçbir Devlet kurumuna alınmadığınız bahisle, herhangi bir kamu kurumuna atanmanızın yapılması talebini havi ilgi dilekçeniz incelenmiş olup Başkanlığımızın, kişilerin istekleri üzerine kamu kurumlarına atama yapma görevi ve yetkisi yoktur.” demektir.


Bu belgeyi ek bir dilekçeyle 28 Şubat davası Mahkeme Başkanı Teyyar Köksal'a sundum. Başkan'da bana kıyak yaparak dilekçeyi olduğu gibi Katip Ayşe'ye yazdırarak tutanaklara geçirdi. Başkan Köksal'ın dilekçeyi okurken kızdığını farkettim.


Şimdi Devlet Personel'in bu cevabına güler misiniz, ağlar mısınız? Devletin seni fişlemeye, evini yakmaya, sana hayatı zehir etmeye, yuvanı parçalamaya, seni zindana tıkmaya ve her türlü zulmü yapmaya yetkisi vardır. Bir tek; sana yaşattığı acıları ve sıkıntıları giderme yetkisi yoktur. İşte hukuk devleti dediğiniz buna denir. İşte rezil bürokrasi anlayışı dediğiniz buna denir.


Ayrıca benim gibi 28 Şubat kanunundan dolayı müracaat eden hiçbir TSK mensubu da şimdiye kadar alınmış değil.


Şimdi başta Sayın Başbakan'a ve Hükümete; o zaman bu kanunu niye çıkarttınız? Niye hayallerimizle ve duygularımızla oynadınız? Niye kamuoyunu aldattınız diye sormak istiyorum.


Başbakan'a, Hüseyin Çelik'e, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'e, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'e ve AB'den sorumlu Devlet Bakan'ı Egemen Bağış'a birer dosya daha sundum. Başbakan'a sunduğum dosya Genel Sekreter Haluk İpek'e havale edildi. İpek'in Özel Kalem Müdür'ü Hamza beyle telefonda görüştüm ve dosyayı aldıklarını söyledi.


Sonuç ne olur bilmiyorum ama bildiğim fişlemenin bir insanlık suçu olduğunu, fişlemeyi afişe edenlerin cezalandırması değil kutlanması gerektiğini ve hükümetin fişlemeler üzerinden ciddi durması gerektiğini düşünüyorum.


Eğer bu ülkede herkesin adaletin ve hukukun eşit önünde olduğunu iddia ediyorsanız o zaman adaleti sağlamak zorundasınız. Baransu ve Yıldız hakkında suç duyurusunda bulunarak demokrasi sağlanamaz.