Çocuktuk,


Kurban bayramıydı.

Evin bahçesine, tüylü ve sevimli ama bir o kadar da kötü kokan bir "koyun" getirdiler.

Uzun saatler yanında kalmış olmalıyız ki,  bir süre sonra koku filan kalmadı. 

Besleyelim, sevelim derken epey bir samimi olduk.

Belki 3 gün belki bir hafta, beraber yaşadığımız günler sonunda, aldılar bizim yün yumağını, karşı komşunun bahçesine götürüp, gözümüzün önünde kestiler.

Aile büyükleri, kendi parmaklarındaki kanı, gurururla alnımıza sürdü.

Kısa bir süre sonra da  masaya "kavurma” şeklinde gelip, ekmeklerimizin arasına konuldu.

Tabii ki yemedim, yiyemedim...
 

O günden sonra her kurban bayramında, biraz ilerdeki kafeterya’da, hamburger(!) ile  karnımızı doyurmaya başladık. 

Bu yazının devamına, “O gün bugündür vejetaryanım” cümlesi yakışırdı da, malesef öyle olmadı.


Ama denemedim desem yalan olur.
 

Vejeteryan olmaya karar verdiğim ilk gün, ne yazık ki yapmam gereken bir uçak seyahatine denk geldi.

Öğle yemeğinde gelen yemeklerin isimlerini saymak istemiyorum ama menüde bulunan 3 çeşit hayvanı, açlıktan mideme indirdim!
 

İşte durum bu;
 

Belki de doğru olan, tutamayacağın sözü vermemek...

Kurban bayramında sağda solda kesilmiş hayvanları görmemek için, yollarda gözümüz kapalı yürürdük.

Kanlarının üzerinden zıplaya zıplaya gidip hamburgerleri yedik yemesine de, söylemek zorunda olduğum bir ayrıntı daha var.


O kurban bayramı sadece göz yaşlarıyla atlatılmadı. Uzun yıllar süren halüsinasyonlar ve her gözümü kapadığımda,  beyaz tezgah üzerinde kırmızı kanların olduğu çok uykusuz gecelerim oldu.

Kurban bayramına dair diyebileceğim tek şey şudur ki; sevaba gireyim derken n’olur çocuklarınızın günahına girmeyin...