Meramımı lâyıkıyle anlatabilmek, ne kastettiğimi bihakkın izah edebilmek istiyorsam, ki istiyorum; müsaadenizle, bir miktar tarihî malumat aktarmam lâzım.  

Fakat Salâhaddin Eyyûbî, Hıttîn Savaşı, Haçlı Kudüs Krallığı, 4 Temmuz’un ABD’nin kuruluş gününden başka şeyler de ifade ettiği ve benzeri mevzularda sağlam tarih bilgisine sahip okuyucular, makalenin ilk yarısını (‘Yaşananlardan Ders Almamak, Ahmaklık Alametidir’ ara başlığına kadar) teğet geçebilir, ziyanı yok.  

Diğer açıdan, hadiseleri burada mümkün olduğunca özet halde verdiğim için, kifâyetsiz bulanlar, daha fazla bilgi talep edenler olabilir. Onlara da, Salâhaddin Eyyûbî konusunda dünyanın sayılı bilimadamlarından olan Prof. Dr. Ramazan Şeşen’in eserlerini tavsiye edelim.  

Peşrev faslını geçtik, başlayabiliriz. 

KUDÜS HAÇLI KRALLIĞI 

Avrupalı seyyahların, “şehre girdiğimizde sokaklarda akan Müslüman kanı, atlarımızın dizlerine kadar çıkıyordu” yollu medhiyelerle öve öve bitiremediği Haçlı Seferleri sonucunda, 1099’da kurulan Kudüs Krallığı, 1185 yılında bir taht kavgasına sahne oluyordu. Kral IV. Baudouin ölmüştü ve yerine geçen yeğeni V. Baudouin henüz altı yaşında olduğundan, sular durulmak bilmiyordu. 

İkinci Haçlı Seferi’nde kayda değer hizmetler vermiş olan ve evlilik vesilesiyle bir dönem Hatay Prensliği’ni yönetmiş bulunan Renaud de Châtillon, bu kavgadaki aktif taraflardan biriydi ve Guy de Lusignan’ı destekliyordu.  

Bu destek sonuç verdi. Guy de Lusignan (Luzinyanlı Guy), V. Baudouin’in annesiyle evlenip, 1186 yılında Kudüs Kralı oldu. Bu sayede, Kerek-Şevbek Prinkepsi Renaud de Châtillon’un Krallık nezdindeki gücü ve saygınlığı daha da arttı. 

RENAUD DE CHATILLON, ANLAŞMAYI BOZUYOR 

O yılın son aylarıydı. Mısır’dan yola çıkıp Şam istikametinde yol alan bir kervan, Renaud de Châtillon’un hakimiyetindeki topraklardan geçiyordu. Güzergâh, aradaki anlaşmalarla belirlenmişti. Fakat Renaud de Châtillon anlaşmaya aykırı bir şekilde kervanı durdurdu,  mallara el koydu, muhafız askerleri de esir aldı. Salâhaddin Eyyûbî, gerek Renaud de Châtillon’a gerekse Kudüs Kralı’na haber gönderip, anlaşmaları hatırlattı. Askerlerinin ve kervanın derhal bırakılmasını istedi. Lâkin herhangi bir sonuç çıkmadı. 

Bunun üzerine Sultan Salâhaddin, Renaud de Châtillon’un hakimi olduğu Kerek üzerine sefer kararı alarak, askerlerini cihada çağırdı. Ordugâhını, 1187 yılı başlarında, Mart ayında, Ra’s el-mâ denen bölgede kuran Sultan, oğlu Afdal’ı ordunun başında bırakıp, ona, orduya katılmak üzere gelecek askerleri karşılamasını emretti. Kendisi ise, Hassa Birliği’ni alıp Busrâ’ya gitti.  

Frenklerin Hac kafilelerine zarar vermesini engellemek, hacıların güvenle evlerine dönebilmesini temin etmek amacıyla, onların güzergâhını kontrol altına aldı, Hac kervanları geçinceye kadar bekledi.

TAPINAK ŞÖVALYELERİ, KEŞİF BİRLİĞİNE SALDIRIYOR 

Bu arada, Sultan’ın oğlu Afdal, bir yandan ordunun toplanmasını beklerken, diğer yandan da Muzaferüddin Gökböri kumandasında seçkin bir süvari birliğini keşif için Taberiye Gölü’nün batısına, Akkâ ve Safûriyye taraflarına yolladı.  

Bunun için de Taberiye Kontu Raymond’dan gerekli izinler alındı fakat Raymond, keşif birliğinin geçeceği bilgisini, Templier Tarikati (Tapınak Şövalyeleri) mensuplarına ulaştırdı. Onlar da, tarikat reisi Gerard de Rideford’un komuta ettiği seçkin bir muharip birlikle, Muzafferüddin Gökböri kumandasındaki süvarilere taarruz ettiler.

10 Mayıs 1187 günü, gayet çetin bir mücadele oldu. Akşama doğru, o güne kadar Müslümanlar arasında da haklı bir şöhrete sahip bulunan Tapınak Şövalyeleri ağır bir yenilgiye uğradılar. Böylece, ardından gelecek “büyük zafer”in yolu açılmış oldu. Zira düşmanın en kuvvetli birliği kılıçtan geçirilmiş, bununla beraber şöhretleri de alt edilmişti. 

SULTAN, BÜTÜN PLANI DEĞİŞTİRİYOR 

Bu hadise Sultan’a haber verilince, derhal Kerek’ten geri döndü ve Taberiye Gölü’nün kuzeydoğusunda ordugâh kurdu. Oğlu Afdal, beraberindeki birliklerle gelip Sultan’a katıldı. Bir ay süreyle Musul, Diyarbakır, el Cezîre (Yukarı Mezopotamya da denen bölge) taraflarından gelecek asrekler beklendi.  

Ve hazırlanan ordu 26 Haziran 1187 günü, bizzat Salâhaddin Eyyûbî’nin komutasında, Taberiye’ye doğru harekete geçti. 

Tabiidir ki, Sultan’ın faaliyetlerini haber alan Haçlı kuvvetleri de hazırlıklarını sürdürüyordu. Aralarındaki ihtilafları gidermiş, dört bir tarafa haber yollayıp asker talebinde bulunmuşlardı. Tapınak Şövalyeleri (Templier Tarikati) ve Hospitalier Tarikati üyelerinin de aralarında bulunduğu ordu, Taberiye Gölü’nün batısında, Safuriyye Çayırı denen bölgede kurulan ordugâhta toplandı. 

Sultan Salâhaddin ise Ukhuvâne denilen yerde ordusuyla konaklayıp, bir harp meclisi topladı, beş gün boyunca burada kaldı, beğler ve komutanlarla istişarelerde bulundu. Nihayetinde düşmanla bir meydan muharebesi yapılmasına karar verildi. Ancak bunun için düşmanın, halihazırda ordugâhını kurmuş bulunduğu yerden ayrılması, daha doğuya, meydan muharebesi için daha elverişli olan bölgeye hareket etmesi gerekiyordu.  

Sultan Salâhaddin, onları daha doğuya, meydan savaşı yapılabilecek sahaya doğru çekmek için öncü birlikler gönderip, ok atışlarıyla, çeşitli küçük hücumlarla düşman ordusunu tahrik etti. Fakat Haçlı ordusu durumun farkındaydı ve bir meydan savaşını göze alamadığı için, yerinden ayrılmadı. 

TABERİYE’NİN KUŞATILMASI VE HAÇLI ORDUSUNUN HAREKETE GEÇMESİ 

Bunun üzerine Sultan, 2 Temmuz 1187 Perşembe günü, orduyu harp nizamında bırakarak, Hassa Birliği’ni ve kuşatma konusunda uzman askerlerini yanına alıp, akşama doğru Taberiye’yi kuşattı.  Kısa sürede şehrin kale haricindeki bütün bölgelerini ele geçirdi. Kalede bulunan Kontes Ehive, Haçlı ordusundan yardım istedi. 

Sultan’ın hesabı tutmuştu. 3 Temmuz Cuma sabahı, Haçlı ordusu, merkezde süvariler ve en seçkin birlikler, onların etrafında zırhlı ve zırhsız yayalar olmak üzere ağır bir yürüyüşle 24 km doğudaki Taberiye Kalesi istikametinde harekete geçti. Zira bu, Haçlı Ordusu’nun daha önceleri bir çok defa başarıyla uygulayıp sonuç aldığı, bir nizâmî yürüyüş metodu idi. 

Lâkin bu kez durum farklıydı. 

Sultan, Haçlı ordusunun yürüyüşe geçtiğini haber alınca gözleri aydınlandı, “istediğimiz  oldu” diyerek Allah’a hamd etti. Senelerden beri beklediği fırsatın doğduğunu, “o gün”ün “bugün” olduğunu ondan daha hiç kimse takdir edemezdi elbette. 

Haçlı ordusu bir miktar ilerledikten sonra, Müslüman ordusu onları çepeçevre kuşattı. Sultan, bir yandan da birlikler göndererek bütün su kaynaklarını kontrol altına aldı. Düşmanın yürüyüşe geçtikten kısa bir süre sonra ele geçirdiği ve biraz daha ilerleyince geride bıraktığı küçük bir su kaynağı vardı. Sultan Salâhaddin, derhal oraya da birlikler sevkedip, Haçlı ordusunun oraya dönmesine de mâni oldu. 

O gün akşama kadar bir çok çarpışma oldu, çetin mücadeleler yapıldı. Haçlı ordusu, bütün saflarıyla iyice kenetlenmiş, nizamını koruyordu. Fakat kuşatmadan dolayı ne ileri ne de geri gidebiliyordu. 3 Temmuz Cuma gününün akşamında, her iki ordu da bulunduğu yerde geceledi, ertesi günkü savaş için hazırlıklar yapıldı. Haçlılar mızrakçı birliklerine, Müslümanlar ise okçularına güvenmekteydi. Sultan 400 çuval ok hazırlattı, 70 deveye yüklenen ok çuvallarını ordunun muhtelif stratejik noktalarına bizzat yerleştirdi. 

4 TEMMUZ 1187 (25 Rebiulahir 583) 

4 Temmuz Cumartesi sabahı, düşman yeniden yürüyüşe geçmek istedi lâkin ok yağmuru altında buna muvaffak olamadı. Sultan, çeşitli müfrezeler çıkarıp düşmana hücum ediyordu ancak esas nihâî boğuşma başlamamıştı. Bu arada, Sultan Salâhaddin’in has memlûklarından Menkübars adlı bir yiğit, tek başına düşman saflarına saldırdı ve çetin bir mücadelenin ardından şehit düştü. İslam ordusunda bunu gören askerlerin heyecanı ve motivasyonu çok daha yükselerek topluca hücuma geçtiler. 

Haçlı ordusunun bir kısmı bozguna uğrayıp dağıldı, küçük bir kısmı ise kuşatmayı yarıp diğer şehirlere, civar kalelere sığındı. Bu esnada, 150 civarında şövalye, Kral’ın etrafında kenetlenerek Hıttîn Tepesi’ne çekildi ve orada atlarından inerek Kral’ın hükümranlık sembolü olan kırmızı çadırını kurdular. 

O andan itibaren yaşananları, Sultan Salâhaddin’in oğlu Afdal’ın ağzından dinleyelim: 

“Bu, benim ilk katıldığım savaştı. Babamın yanındaydım. Frenklerin Kralı arkadaşlarıyla beraber tepeye çekilince, Frenkler Müslümanlar üzerine hamle edip, onları babamın bulunduğu yere kadar püskürttüler. Babama baktım, benzi atmış, sapsarı olmuştu. Sakalını tutup, ileri doğru atıldı ve ‘Şeytan yalan söylüyor!’ diye haykırdı. Müslümanlar düşmana hücum edip, Frenkleri tepeye kadar sürdüler. Sevincimden ‘onları yendik’ diye bağırdım. Fakat Frenkler tekrar hücuma geçip, Müslümanları tekrar babamın olduğu yere kadar püskürttüler. Ben yine ‘onları yendik’ diye bağırdım. Babam bana dönüp ‘Sus! Şu çadır düşmedikçe onları yenmiş olmayız’ dedi. O bu sözleri söylerken çadır düştü. Babam Sultan, atından inip şükür secdesine kapandı, sevincinden ağladı. Müslümanlar, Kral ve arkadaşlarını esir ettiler…”

Hadiselerin bundan sonraki kısmını anlatmayacağım. Merak eden okuyucular, kaynaklardan çok daha fazla, çok daha detaylı bilgi edinebilir. Ama şunu bilmekte fayda var: Sultan Salâhaddin Eyyûbî, bu zaferden sonra, üç ay gibi kısa bir zaman zarfında, Taberiye, Akkâ, Hayfa, Beyrut, Gazze ve daha bir çok yeri ülkesine kattı.  

Ve ardından Kudüs. Sultan, 90 yıllık Haçlı hakimiyetine son vererek, 2 Ekim 1187 Cuma günü, muzaffer ordusuyla Kudüs şehrine girdiğinde, Hicrî Kamerî tarih 27 Receb 583’ü gösteriyordu. Yani Mirac Kandili’nin sabahı idi. 

Hıttîn Muharebesi’nin şiddetini ve önemini daha iyi idrak edebilmek için, vak’anüvis İmadeddin el-Isfahanî’den kısa bir alıntı yaparak bu faslı bitiriyorum: 

“Öldürülenlere bakan kişi, hiç kimse esir edilmemiş; esir edilenlere bakan ise, hiç kimse öldürülmemiş sanırdı. Haçlılar 491 (m. 1098) yılında doğu sahillerine geleliberi, Müslümanlar böyle bir zafer kazanmamışlardı.” 

YAŞANANLARDAN DERS ALMAMAK, AHMAKLIK ALAMETİDİR 

Küçükken, tarihe dair romanlar, hikayeler okumayı pek severdim. Okuduğum irili ufaklı kitaplarda, dikkatimi çeken hadiselerden biri, Türkler’in meşhur “kaz kanadı taktiği” idi. Bu taktik herkesin malumudur ama gene de birkaç cümleyle hatırlatalım: Göğüs göğüse çarpışma esnasında merkezdeki kuvvetler yenilmiş gibi yapar, geri geri çekilir. Düşman da farkında olmadan onları kovalar. Bu esnada, kanatlardaki kuvvetler düşmanı çevreleyip, etrafını sarar. Ortaya hapsedilen düşman ya imha edilerek yahut esir alınarak savaş kazanılır. 

Çocuk aklımla kendi kendime, bu düşmanlar da ne salak, diye düşünürdüm, her seferinde bu taktiği yemişler. Büyüyünce anladım ki, kaz’ın ayağı hiç de öyle değilmiş.  

Makaleyi sabır ve sebat ile buraya kadar okuyan siz kıymetli kaarîlerimin de farkettiği üzere, yazının büyük bölümünü Hıttin Muharebesi’ne ayırdım. Bunu yapmaktaki maksadım, tarihî bir “ân”ı tasvir ederek, o sahneyi zihninizde canlandırmanıza yardımcı olabilmek. 

Zira, tarih sahnesinde yaşanan her yönelişte, büyük akarsuların yatağını değiştiren her tarihî hareketlilikte, daima, ibrenin döndüğü, ışığın kırıldığı, yıldızın kimileri için parlayıp, kimileri için söndüğü bir “ân” vardır. 

Tıkpı Kudüs Kralı Guy de Lusignan ve komutanlarının, Taberiye Kalesi’ne yürüme kararı alması gibi. Tıpkı Sultan Salâhaddin’in bu haberi işittiği vakit gözlerinde ışıyan umut gibi.  

Tarihteki bu kırılmaların tamamı bizim lehimize olmadı elbette. Ama tarihin en büyük faydası, iyi incelendiği, hakkıyla tahlil edildiği vakit, geleceğimiz için bize ışık tutması, yol göstermesidir. Bunun için, kendimizi ve geçmişimizi çekinmeden muhasebe edebilmeli, düştüğümüz hataların, yuttuğumuz zokaların utancıyla yüzleşebilmeliyiz.  

Çok iyi kurulan bir tezgah, ustaca örülen bir ilişkiler ağı, hayatın tabii seyri imiş gibi sunulan yapay düzeneklerle, insanları, milletleri, ülkeleri, istediğiniz istikamete çekebilir, sizin için en elverişli sahaya yönlendirebilirsiniz.

Şimdi bu noktada dürüstçe itiraf edelim; uzunca bir süredir, biz, oyunu kuran değil, oyuna gelen, hem de her seferinde aynı tuzağa kendi ayağıyla koşarak atlayan tarafız.

Daha yakın tarihli ve fakat neticesi bizim açımızdan hiç de hayırlı olmayan bir örnekle, ne kastettiğimi biraz daha somutlaştırayım. 

Mesela, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilişi; yukarıda ana hatlarıyla anlatmaya çalıştığım, Frenk Ordusu’nun bulunduğu mevziden ayrılarak Salâhaddin Eyyûbî’ye beklediği fırsatı vermesi ile eşdeğerdir. Nasıl ki, 1187 yılının 3 Temmuz günü, konumlandığı mevkiden ayrılan Haçlı ordusu, aslında, Sultan Salâhaddin’e bütün Filistin sahilinin ve Kudüs’ün kapısını açmış olduysa; II. Abdülhamid’i tahttan indiren “heveskârlar”ın yaptığı da, aslında, 600 yıllık Cihan Devleti’ni, 10 sene zarfında kurda kuşa yem etmenin ilk adımından başka bir şey değildi.  

Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinde, Batı (bilhassa da Kudüs’ü geri almak için yeni bir Haçlı Seferi düzenleyen fakat Salâhaddin Eyyûbî karşısında darmadağın olan Arslan Yürekli Richard’ın ülkesi İngiltere), Haçlıların 730 yıllık rövanşını da almış oldu. Salâhaddin Eyyûbî’nin 1187’de yeniden fethettiği Kudüs’ü, İngiliz Ordular Komutanı General Allenby 1917’de teslim aldı. Hatta General’in, Sultan Salâhaddin’in kabrini ziyaret ettiği, ayağıyla vurarak, “kalk Salâhaddin, yine biz geldik” dediği rivayet olunur.  

Oysa ne Sultan Abdülhamid’e demediğini bırakmayan heyecanlı muharrirlerin, ne Jöntürklerin, ne de İttihat ve Terakki mensuplarının “Hürriyet, Müsâvât, Uhuvvet, Adalet” diye bağırırken hayal ettikleri, bu değildir.  

BİRAZ DAHA YAKINA GELELİM 

Çanakkale Savaşı’nda entelektüel ve eğitimli nüfusunu kaybetmek, Türkiye’ye çok ağır bedellere maloldu. Medrese hoca ve talebelerinin cepheye sürülmesi, birçoğunun burada şehid edilmesi neticesinde, nesiller boyu üretilen, aktarılan ve büyütülen entelektüel hafıza berhava oldu. Geriye sadece az sayıda eğitimli insan ile, kitaplarda, dergi sayfalarında yazılıp çizilenler kaldı. 

Evet geriye kitaplar ve dergiler kaldı, lâkin, “harf devrimi” sayesinde bütün o dergiler, kitaplar, kütüphaneler bir anda anlamsızlaştı, ülkenin okur yazar oranı bir gecede %0’a düştü.  

Harf devrimi denen uygulama, yeni nesil için bütün bilgi kaynaklarını kurutan, entelektüel hafızayla olan irtibatı tamamen koparan bir gelişme olmuştur. Bir önceki neslin, matbuat aracılığıyla ortaya koyduğu gayet canlı, yüksek kaliteli edebi ve firkrî birikim, bir sonraki nesil açısından, misal İnka medeniyeti kadar uzak bir hüviyet kazanmıştır. 

Bu sayede, kültür ve medeniyet toprağımız, tamamen savunmasızlaştırılmış, birkaç cılız mukavemet haricinde, bütünüyle yeni işgallere açık hale getirilmiştir. Hafızasıyla bağları kopan genç neslin ve onların çocukları, torunları olan bizlerin, yeni kurulacak “kaz kanadı” tuzakları için çok daha “çaylak” avlara dönüştüğümüz muhakkaktır.  

Bana öyle gelir ki, Kıbrıs Harekâtı, 12 Eylül öncesi yaşananlar, Diyarbakır Hapishanesi’ne suçlu/suçsuz demeden tıkılan Kürt ahaliye dışkı yedirilmek suretiyle PKK’nın kuruluşuna zemin hazırlanması ve daha bir sürü hadise; yuttuğumuz zokalardır. 

BİR TÜRLÜ SAVAŞA SOKULAMAYAN ÜLKE 

Yaklaşık 20 yıldan bu yana hesaplar, Türkiye’yi, kendi sınırları dışında bir sıcak savaşın içine sokmak üzerine yapılıyor. Türkiye, kendi rızasıyla adım atmazsa, bir şekilde iteleyerek harbe girmesini temin etmek için türlü numaralar deneniyor. Bilhassa Kürt meselesinin çözüm emareleri göstermesinden sonraki dönemde, bu çabanın daha da sıklaştığını müşahade ediyoruz. 

Bunu, bazen “Türk ordusu kahramandır, size ihtiyacımız var” gazıyla, bazen “bir koyup üç alın” havucuyla, bazen de “yoksa siz teröristleri mi destekliyorsunuz?” sopasıyla denemekteler. 

Ama memnuniyet verici olan şu ki, bir müddettir Türkiye, kendi hafızasını kısmen de olsa yeniden inşa ve imar etmiş; sanki utanç verici bir günahın şahitleriymişçesine kilit altında tuttuğu tarihî birikimlerinin farkına, onlardan faydalanma gereğinin idrakine varmış; 100 yaşında değil, 1000 yaşında bir devlet olduğunu hatırlamış görünüyor.  

Şahsi kanaatim odur ki, 1 Mart Tezkeresi, bu sayede reddilmiş; ülke, yeni bir kaz kanadı taktiğine kanarak yuvarlanacağı gayyâyın kıyıcığından dönmüştür. Kadirşinaslık gereği, dönemin Başbakanı Abdullah Gül, Meclis Başkanı Bülent Arınç, Anamuhalefet lideri Deniz Baykal ve iktidara mensup olmasına rağmen aleyhte oy veren 100 milletvekilinin, bu tarihî karardaki katkısını da burada zikretmiş olalım.  

Şimdi bu çaba, laboratuvar ürünü olduğu paçalarından akan IŞİD örgütü üzerinden, yeniden ve yeniden denenmekte, sahnelenmektedir. Türkiye’yi bu coğrafyada silah kullanmaya teşvik edenler, çok iyi bilmektedir ki, Türk askerinin herhangi bir Müslümana doğru sıkacağı ilk kurşun; Salâhaddin Eyyûbî karşısındaki Haçlı Ordusu’nun, konuşlandığı mevkiden ayrılmasına denk bir “kaybediş ânı” olacaktır. 

NOTLAR 

1.      Bu makaledeki tarih bilgileri kısmen İslam Ansiklopedisi’nden ve Wikipedi’den; büyük oranda ise “Salâhaddin Eyyûbî ve Devri, Prof. Dr. Ramazan Şeşen, İSAR Yayınları, 2000” kitabı ile yine Prof. Dr. Ramazan Şeşen’e ait “Salâhaddin Eyyûbî Devrinde Libya ve Kuzey Afrika’da Türkler ve Karakuş Meselesi, Tarih Dergisi, Sayı: 33, Mart 1980/81” makalesinden derlenmiştir. 

2.      Prinkeps nedir? Latince ‘birinci’ demek olan “princeps” kelimesinin kökeni Roma İmparatorlarına kadar gidiyor. “Birinci vatandaş” gibi bir anlam yüklenmiş o vakitler. Bir bölgenin yöneticisine, hakimine de bu ünvan verilmiş zamanla. “Prinkeps” kelimesi için, için “Prens”in atası diyebiliriz. 

3.      Yer ve mevki adları konusunda “Osmanlı Yer Adları, Tahir Sezen, TC Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayınları, 2006” kitabından faydalanılmıştır. Her ne kadar bu eser, Osmanlı Devleti dönemindeki yer adlarını gösterse de, burada verilen yer adları, günümüzdeki isimlere oranla, Salâhaddin Eyyûbî devrindekilerle çok daha fazla benzeşmekte, bir çoğunun ise aynı olduğu görülmektedir.

4.      Ortaöğretim’deki tarih derslerinin vazgeçilmez sorularından biri de şudur: “İttihat ve Terakki’nin kullandığı ‘Hürriyet, Müsâvât, Uhuvvet, Adalet’ sloganı hangi devrimle büyük benzerlikler taşır?”. Cevap olarak Fransız Devrimi yazan talebeler, tam puan alır. Zira Fransız Devrimi’nin sloganı da ‘Hürriyet, Müsâvât, Uhuvvet (Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik)’ olarak bilinir. Oysa Özgür Masonlar Büyük Locası, aynı kanaatte değil. Loca’nın resmi web sitesinde “Bu üçlemenin Büyük Fransız Devrimi'nin temel sloganı olarak benimsenip kullanılmış olması nedeniyle, Masonluğa da buradan girdiği ileri sürülmüştür. Oysa Fransa'daki bazı mason localarının eski tutanakları incelendiğinde; bu üçlemenin ilk kez 1746 yılında yani Büyük Fransız Devrimi'nin başladığı kabul edilen tarihten 43 yıl önce kullanılmış olduğu görülmektedir.” Yani anlayacağınız, bizim İttihat Terakki’nin diye bildiğimiz slogan, esasen Masonlara aitmiş.  (Kaynak: http://www.mason-mahfili.org.tr/sozluk/kelime/ozgurluk-esitlik-kardeslik-hurriyet-musavat-uhuvvet.html)