Tarihsel açıdan baktığımızda yüz yıllık bir dönemi, asker eksenli bir dönemi geride bırakıyoruz.

İlker Başbuğ, TSK’nın siyasete müdahale alışkanlığının son dönemdeki tipik temsilcilerinden birisiydi. Onu, tehdit edici ve sert bakışlı bir komutan olarak tanıdık. Genelkurmay İkinci Başkanlığı döneminde, Kara Kuvvetleri Komutanlığı döneminde, tıpkı Genelkurmay Başkanlığı’nda olduğu gibi hep konuştu. Sivri dilliydi. Siyasete müdahaleden keyif aldığı belli olurdu.
Bir ülkenin ordusunun üst düzey komuta kademesinin önemli bir bölümü tutuklanıyorsa ve yakın tarihte hesabı sorulmamış yaşadışı girişimler nedeniyle yeni tutuklamalar gündemdeyse o ülkede normal bir yaşamın yaşanmadığı açıktır.
Tabii, bu noktada, “Uludere’de 35 yurttaşın TSK uçaklarının bombalarıyla öldürüldüğü ve hâlâ devlet yetkililerinin özür dileme gereğini bile yerine getirmedikleri bir zeminde neyin normalliğini tartışıyorsunuz” diye de sorabilirsiniz. 

Peki bundan sonra ne olacak?
Daha başka soruşturmalar da olabilir, tutuklamalar da. Sivil yargı, sivil otorite; asker üzerindeki otoritesini hayata geçirmeyi sürdürecek. Sivil siyasetin asker üzerinde egemen olması, elbette bir ilerleme, ayrıca gerçek bir demokrasinin en temel koşullarından biri. Geri ve sorunlu ülkelerin büyük çoğunluğunda, asker siyaset üzerindeki belirleyici özelliğini korumaktadır.
Türkiye, 1908’den beri asker merkezli bir yönetim ekseninde yürüdü. Tarihsel açıdan baktığımızda yüz yıllık bir dönemi, asker eksenli bir dönemi geride bırakıyoruz. Başbuğ’un tutuklanmasını bu anlamda ‘sembolik bir nokta’ olarak görenler haklılar. Silivri ve Hasdal’da toplam 139 general ve amiral tutuklu. Bunların 58’i görevleri başındayken tutuklandılar. Sıradışı bir zemindeyiz.
Yaşanan ilerlemeye rağmen, Türkiye’nin hâlâ çok ciddi demokrasi sorunları var. Onlarca gazetecinin içeride olması, Kürt sorununda yeniden şiddet dilinin öne çıkması, ‘operasyoncu’ zihniyetin en büyük güç olarak etkisini göstermesi, AB ile ilişkilerde yeterince yeni politikalar üretilememesi, ‘resmi tarih’ anlayışının hâlâ aşılamamış olması gibi sorunlar, önümüzdeki yolun karmaşıklığına işaret ediyor. Türkiye gibi bir ülkede, demokrasi alanında sorunsuz, kesintisiz, kavgasız-gürültüsüz bir ilerleme beklemek zaten gerçekçi değil. 

Bahçeli’nin Başbuğ’a arka çıkması
MHP Genel Başkanı Bahçeli, Uludere bombalamasını destekleyen açıklamalarına, Başbuğ’a arka çıkarak bir süreklilik kazandırdı:
“Bölücü terörle mücadelede eşsiz kahramanlıklar sergileyen TSK’nın en üst mevkilerinde bulunmuş komutanları terör ve örgüt kavramlarıyla ilişkilendirmek ve asıl fail gibi sunmak ayıp ve vebal olarak AKP’nin lekeli siciline eklenecektir.”
Bahçeli’nin “TSK’nın bölücü terörle mücadelede eşsiz kahramanlıklar sergilemesi” şeklindeki ifadesi, son günlerin en orijinal saptaması olarak değerlendirilebilir. 30 yıla yakın bir süredir 50 bin insanın yaşamına mal olan bir dönemin sonunda, hâlâ kendi yurttaşını bombalayan bir TSK’dan söz ediyoruz.
TSK komuta kademesinin siyaset üzerindeki egemenliğinin en önemli kaynağı, Kürt sorunundaki çözümsüzlüktü. Buradan güç alan komutanlar, çözümsüzlüğün yarattığı ortamda bütün ülkeye egemen olabilmenin keyfini yaşıyor ve kendilerini olağanüstü başarılı hissedebiliyorlardı. Bu hisleri, medyanın önemli bir kesimi tarafından da paylaşılıyordu. Onlar, adeta, demokrasi, insan hakları, inanç özgürlüğü, toplumsal talepler, bireysel özgürlükler, anadil gibi kavramların çok üstünde duran ve bunları gereksiz kılan büyük kahramanlardı.
Kürt sorununun çözümsüzlüğü üzerinden elde edilen siyasi, ekonomik rant aynı zamanda TSK komutanlarının siyaset üzerindeki hegemonyasının sonunu da getirdi. ‘Asker vesayeti’nin sonu bu kez gerçekten görünmeye başladı. Ama demokrasi yolculuğunun önündeki engeller de ağırlığını koruyor.
İsviçreli oyun ve deneme yazarı Friedrich Dürrenmatt’ın bir sözüyle yazımı noktalıyorum: “Siyasetin ulaşabileceği en ileri hedef, devleti insanileştirmektir; bu hedeften uzaklaşan bir siyaset, maceraya dönüşür.”