Öncellikle tüm okuyucularımın ve bütün İslam aleminin mübarek Berat kandilini kutlar, kandilin başta ülkemize ve bütün insanlığa barış, kardeşlik ve huzur getirmesine vesile olmasını tüm kalbimle Allah’tan niyaz ederim.

Her ne kadar tüm ülke geneli için geçerli olsa da, özellikle bölgemizde ve Diyarbakır’da geçmişten günümüze sirayet eden feodal ve hurafe kurumlarının alışkanlık haline getirdiği, toplumda içselleştirmesini sağladığı, halka “yapsın ama yesin de” anlayışının benimsettirildiği ve halkın kanını emdiği talan, soygun, hırsızlık, kayırma ve vampirlik zulmü tam hızla devam etmektedir.

Çocukluğumdan beri Diyarbakır ve bölge siyasetini takip ediyor, sahte şeyhlerin, her düzenin adamı ağaların ve para babalarının arkasına aldıkları özellikle sağ iktidarların gücüyle halkın duygularını, inançlarını, etnik aidiyetlerini acımasızca kullanmışlardır ve gariban Diyarbakır halkına kan kusturmuşlardır.

Diyarbakır halkının kaderi hiçbir zaman, seçilmiş temsilciler tarafından parlamentolarda, belediye meclislerinde tecelli etmemiş, ya Avrupa’lar da, ya Kandil’de veya Ankara’nın lobilerinde belirlenmiştir. Diyarbakır halkı hep oyalanmış ve hep aldatılmıştır.

Cumhuriyet kurulduğu günden 1984’te kadar cuntacılar, 1984’ten günümüze kadar cuntacıların, ANAP, DYP gibi kontur gerillalarla Kürt halkına katliam uygulayan partilerin, PKK’nin ve BDP’nin sayesinde de Diyarbakır hiç mi gün yüzünü görmemiştir.

Aksi halde cunta rejimleri başta bölgeyi ve Diyarbakır’ı bu kadar kolay sömürebilirler, yağmalayabilirler, istedikleri zaman katliamlar yapabilirler, istikrarlı bir şekilde insanlık suçu işleyebilirler miydi?

Bir taraftan derin devletle dirsek teması içinde olan, bir taraftan PKK’ye gülücük atan ama öbür taraftan halkın dini, etnik duygularını kullanan ve seçilerek parlamentoya giren sahte şeyhler ve onların varisleri bölgede ve Diyarbakır’da sahte zikirlerden çıkmazken Ankara’larda da pavyonlardan, gece kulüplerinden ve barlardan da çıkmamışlardır.

Yine başta Diyarbakır ve bölgede gariban, saf, eğitim düzeyi son derece düşük masum halkı aldatan Ağalar da aynı rezillikleri yaparken, halkın kaderini kurda kuşa teslim etmiş ve kendilerini ihale ve doymaz bir iştahla paraya, mala, mülke boğmuşlardır.

Bir önceki gün iki farklı partiyle ilgili çıkan yolsuzluk haberini kendi facebook sayfamda paylaşınca iki partinin sempatizanlarının hışmına uğradım. Ben sadece haberi paylaştığım için hışma uğradıysam haberi yapan sitenin sahibinin halini hiç düşünemem bile. Kim bilir ne kadar küfür, hakaret ve tehdit yemiştir.

Şahsıma yapılan hışma üzülmedim, üzüldüğüm tek şey, soru sormayan, sorgulamayan, yargılamayan, kendi ve çocuklarının geleceğine sahip çıkmayan bir halkın asla iflah olmaz duygusunun yüreğimde yarattığı sancı yüreğimi ezip geçti.

Ünlü Hintli yazar Arundhati Roy, kendi ülkesindeki durumla ilgili olarak şöyle diyordu: “ Milletvekillerinin çoğunluğu milyoner. Büyük şirketlerin desteği olmadan seçim kazanmanız mümkün değil. Hindistan’da seçim kampanyasının ABD’den daha pahalı olduğunu biliyor muydunuz?”


Ve ben bildim bileli mazlum Diyarbakır halkının verdiği oylar (özellikle 1984-2002 arasında yaşanan kirli ve amansız savaş döneminde) Diyarbakır halkına kurşun, katliam, biber gazı, cop, tazyikyli su, gözaltı, işkence, işsizlik, açlık, yoksulluk, hırsızlık, fuhuş, aşağılanma, horlanma ve zulüm olarak geri gelmiştir.


Ne acı ki Diyarbakır halkına reva görülen en aşağılık uygulama bile seçilen milletvekillerinin umurunda olmamıştır.


Eğer arada bir donki-şotluk yapmışlarsa da, tamamen halkın gözünü boyamak, bir dahaki seçime zemin hazırlamak ve kendi ganimetlerini garantiye bağlamak için yapmışlardır.


Son yirmi-otuz yılda yapılan onca katliamın, onca siyasi cinayetin hesabını soran var mı? Yok!


Diyarbakır halkının emeğini, alınterini, hakkını ve hukukunu başkalarına peşkeş çektirenlerden, örgüt/veya örgütlere yedirenlerden hesap soran var mı? Yok!


Peki ayıp olmazsa Diyarbakır halkı nasıl iflah olacak?


Biz Diyarbakır halkı olarak gerçekten “kulluk”tan “vatandaşlığa” seçmeyi seçecek bilinçte olsaydık, bu kepazelikler yaşanır mıydı?


Asil ve vekil arasında gerçekten bir temsil ilişkisi olsaydı, eleştiri düşmanlık ve hainlik sayılıp cezalandırılır mıydı?


Sadece haberi paylaştığım için hışma uğrar mıydım?


Geçmişte örgütten ölüm tehdidi alır mıydım? Yok!


Diyarbakır cezaevine yönelik 1996 yılında yapılan operasyonda 11 mahkum hunharca öldürüldü. 24 insan yaralandı. O zaman Can tv’deydim ve bu haberin dünyaya duyurulması içinde büyük çaba verdim.


Bugün BDP, eğer gerçekten hesap sormak istiyorsa, sadece Roboski’nin değil bununda hesabını sorması lazım. Onları eleştirdiğim içinde bana kızacaklarına ayna da Diyarbakır halkının içine düştüğü duruma baksınlar.


Başta Diyarbakır ve bütün Kürt halkına bir teba gözüyle değil bir “vatandaş, “yurttaş” gözüyle baksınlar. Öcalan’ı korunarak yasaklanan bir tabu olmaktan çıkarsınlar. Özgür ve hür haysiyetli birey kimliğinin oluşmasında yardımcı olsunlar. Kürt halkının Öcalan’ın doğduğu evin toprağını yemesini engellesinler.


Yani hakimiyet kayıtsız, şartsız Öcalan’ın egemenliğinde olmamalıdır.


Bu engellenmediği zaman Kürtler hiçbir zaman kulluktan özgür bireye doğru yol alamayacaktır. Bu Kürtlerin dibine kibrit suyunu dökmek olur.


Çünkü “yurttaş” ve “vatandaş” olmak demek her şeyden önce bütün kamusal faaliyetin öznesi ve annesi olmak demektir. Fransızca’da “citoyen(yurttaş) sitenin yani toplumun, devletin sorunlarıyla ilgili olmak anlamındadır.


İşin özü şu; ister Ak Partili olsun, ister BDP’li olsun, ister başka partili olsun ve istersen babasının oğlu olsun, Diyarbakır halkı artık düşünce, ideoloji, inanç ve etnik ayrımı yapmaksızın kendi emeğini, alınterini çalanlardan ve onu soyup soğana çeviren siyasetçilerden hesap sormalıdır.