Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 5’incisini düzenlediği Dini Yayınlar Kongresi’nin konusu ‘kadın’dı, alt başlığı ise ‘gelenek ve hakikat aynasında kadın’. Alt başlık, konuya yaklaşımın temel olarak bir hakikat arayışı olduğunu yeterince iyi özetliyor elbette ama o hakikati kaç asırlık geleneğin içinden bulup çıkarmak da hem hassasiyet hem cesaret sahibi olmayı gerektiriyor. Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez’i hassaten tebrik etmek gerekiyor o yüzden, bu zor ama lüzumlu, artık ertelenemez, ertelenmesi göze alınamaz konunun masaya yatırılmasını sağladığı için.

Kongrede çok değerli tebliğler sunuldu, müzakere edildi. Doç. Dr. İhsan Toker’in sunduğu Çağdaş Yayınlarda Geleneksel Kadın Algısına Eleştirel Yaklaşım başlıklı tebliğinin müzakerecisi de bendeniz idim. İslam, gelenek ve kadın üçgeni’ndeki can alan asıl mevzu bu olduğu için izninizle biraz açmak istiyorum.

Doç. Toker, hacimli bir kitap yahut doktora tezi olabilecek kadar zengin muhtevalı, benim de çok faydalandığım tebliğinde İslamcı kadın yahut dindar kadın diye isimlendirilen başörtülü kadınların hem geleneği sorguladıkları hem de kamusal alanda kimlikleriyle görünür oldukları süreci verili olandan, öznelerden takiple önemli saptamalarda bulunuyor. Vardığı sonuç şu; İslamcı kadınlar eskiye oranla geleneğe daha eleştirel yaklaşmakla birlikte bu itirazlar dağınık, anlık ve bütüncül söyleme sahip olmaktan yoksun. Türkiye’de bir İslamcı feminist hareketten söz edilemez.  

Evet, ben de Türkiye’de İslamcı kadın hareketi olmadığını -henüz- ama dikkate değer bir kadın hareketliliği olduğunu ve bu hareketliliğin bir dip dalga yarattığını düşünüyorum. Ancak bu kuramsal ve tarihsel çerçeveye duygusal açıdan da bakmaz isek süreci ve dindar kadını anlamakta ciddi noksanlık içinde olacağımızı iddia ediyorum.

Şöyle: Geleneği sorgulayan kadınların yola ne seküler, ne gelenekçi çevrelerin zannettiği gibi negatif duygularla çıkmadığını zannediyorum. Onların istikametini belirleyen, öfke, hırs yahut hesaplaşma duygusu değil bilakis hakkaniyet arayışı idi kanaatimce. Hem varoluş düzleminde, hem gündelik hayat pratiği açısından çok temel bir ihtiyaçtı onları buna sevk eden.

Her şeyden önce Allah’ın adil olduğuna inanıyorlardı. Ne yaptıklarını biliyor, bu sorgulamanın sorumluluğunu sonuna kadar alıyorlardı. Bunun inançlı bir insanı duygusal açıdan nasıl etkileyeceğini, oradan ‘sağlam’ çıkmış birinin başka tartışmalara pabuç bırakmayacağını bir yere kaydetmek gerekmez mi?

Kaldı ki giriştikleri bu sorgulama, gelenekten temelli ve şiddetli bir kopuşu da içermiyordu. ‘Şimdi ve burada’ yaşamanın kimi gereklerini yadsımadan ama annelik, aileye bağlılık gibi geleneğin kadın doğasına uygun ritüellerini yerine getirirken kadın aleyhine işleyen geleneksel rol dağılımını eleştiriyorlardı sadece. Burada yakalanan denge, basiret ve sağlık takdire şayan değil midir?

İlk emri ‘Oku’ olan bir dinin mensupları olarak okumak için ‘dışarı’ çıktıkları andan itibaren hem gelenekselci dindar, hem seküler çevrelerin çift yönlü gözlem ve ikna çabasına, hiyerarşisine maruz kaldı başörtülü kadınlar. Büyüteç tutuldu üzerlerine. Gözlendiler, yargılandılar, savunma pozisyonunda bırakıldılar. Bıkıp usanmakta, çok yorulmakta haksızlar denebilir mi?

28 Şubat sürecinde dindar erkekle birlikte mağdur edildiler. ‘Bir arada’ idiler, sorun yoktu. Sonrasında ise hızla atomize olundu. Sorunlar beklemeye alındı, bireyselleşme ve ego tedavüle girdi. Bu defa sınanan ‘muktedir erkek’ idi... İşte asıl o zaman büyük hayal kırıklığı yaşadı dindar kadınlar. Yalnız bırakıldıklarını, erkeklerin geleneğin kimi pratiklerini anakronik ve faydacı biçimde suistimal ettiğini düşündüler. Üstelik bunu yapan ‘kendi erkekleri’ idi -eşleri, babaları, kardeşleri, arkadaşları-. Onları ‘suçüstü’ yakalamanın şaşkınlığını ve öfkesini yaşıyorlar şimdi.

Kanaatimce işte bu ‘duygu durumu’ bir ‘şey’ doğuracaktır. Bekleyip göreceğiz.