Sevgili Okurlar,


Bu haftalık yazımda sizlere Şubat ayında gittiğim ve çok etkilendiğim bir sergiden bahsetmek istiyorum. Royal Academy Of Arts da izleme fırsatı bulduğum David Hockney’in sergisinden gerçekten büyülenmiş olarak ayrıldım. Hockney’in 21 Ocak ve 9 Nisan arası sergilenen sanat eserlerini gezme şansı elde ettiğim için kendimi gerçekten mutlu hissettim.


Yorkshire bölgesinin doğusundan esinlenerek yaptığı peyzaj çalışmaları ile ünlenen David Hockney’ın resimleri Royal Academy Of Arts’ın salonlarını nasıl da doldurmuş! Sanatçının üretme gücüne ve çalışkanlığına şaşırmamak imkansız! Renklerin canlılığı, resimlerin ebatlarının büyüklüğü gerçekten  fevkalade ve adeta insanın başını döndürüyor.


Hockney, Bradford’da 1937 yılında doğar ve Bradford Sanat Okulunu bitirir. Daha sonra sanatçı Royal College of Art’a devam eder 1959 ve 1962 yılları arasında. Henüz gençken yaptığı çalışmalar ile ismini duyaran sanatço 1960 larda Los Angeles’a gider ve orada yerleşir. Orada yaşarken de müthiş çalışmalara imza atan sanatçı, 1991 yılında Royal Akademi Üyesi ünvanını alır.


Sergiyi gezdiğim gün bir hafta sonu günü idi, henüz Green Park’taki galeriye girerken, bilet kuyruğu dikkatimi çekti. Hava oldukça soğuk ancak kuyruktaki  herkes bu müthiş sanatçının ilham verici eserlerini görmek için bekliyordu.


İçeriye giriyorum. Sergi odaları nasıl da kalabalık! Sürekli birbiriniden özür dileyerek duvarda asılı resimlere bakmak için çaba içinde olan insan kalabalıklığı. Bir anda dikkatimi çevremden uzaklaştırıp, resimlere veriyorum ve işte o anda müthiş derin ve güzel bir yolculuk başlıyor içimde!


Müthiş canlı renkler, son derece sade ve yalın çizilmiş çizgilerle işlenmiş peyzajlar! Öylesine sade ki çizgiler ve ifadeler…  Renkler daha çok ortaya çıkıyor, sizi adeta alıp götürüyor uzaklara! Son odalardaki resimlere doğru ilerlediğim zaman ise, içimde inanılmaz bir yaşam sevinci ortaya çıkıyor! Öylesine canlı öylesine yanınızdaki sanki, harikulade bir neşe, çoşku ve hayat sevgisi yansıyor tüm galeriye! Son odalardaki resimlerin büyüklüğü karşısında ise, nefesim kesiliyor adeta! Sanki bir başkaldırı, kendi varlığını damgalamak istercesine müthiş bir kendini ortaya koyuş! Son derece cesurca!


Yorkshire’in küçük bir sahil kasabası olan Bridlington’u resmetmiş olan Hockey bu bölgede tam 7 yıl yaşamış.  Tüm resimlerin haricinde bir de 50 yi aşkın ipad resmini görmek beni daha çok şaşırtıyor. İlk kez bu şekilde bir yaratıcılıkla karşılaşıyorum. 75 yaşındaki ressam, teknololojik fırsatları ne kadar büyük başarı ile kullanıyor.


Resimlerin elbette bir dekoratif tarafı da bulunuyor, ancak çoğu post modern akımın ressamlarının da aynı çizgisi olduğunu düşünüyorum. 150 resim, çoğu çok büyük boyutlarda, dışarıdaki insan kuyruğundan bu serginin tüm yaştan kişilere hitap ettiğini tahmin edebiliyorum. Londradan sonra İspanya ve Almanyayı gezeceğini öğreniyorum serginin.


Hockney’in resimlerinin ana teması olan ‘doğa’ konusunda düşünmeye başlıyorum. Günümüzde ne derece doğaya yakın olduğumuz, ne derece onu koruyup kollayabildiğimiz üzerine farklı düşünceler oluşturuyorum. Tarihte ya da ilkel topluluklarda doğaya saygı ve sevginin çok daha fazla olduğunu, doğa ve insanın ilişkisinin çok daha nitelikli ve anlamlı olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Nazım Hikmet’in dediği gibi, ‘onlar topraktan, doğadan öğreniyordu her şeyi.’  Peki şimdi öyle mi sevgili okurlar? Şu anda bizler doğanın hakimi olmaktan gurur duymuyoruz mu? Halbuki, bizler onun hakimi değil, sadece parçasıyız.


Bu konuda internette bir araştırma yaparken, 1854 yılında bir Kızılderili resinin Amerikalı askere yazdığı mektuba rastladım. O dönemin ABD başkanı olan Franklin Pierce, Kızılderililerden sahip oldukları toprakları alabilmek için bir mektup yazar ve Kızılderili Reisi Seattle’ın ABD başkanına yazdığı mektup ise şu şekilde olur;


“Gökyüzü nasıl alınır ya da satılır? Ya toprağın sıcaklığı? Bunu biz düşünemeyiz bile. Havanın tazeliğine, suyun parıltısına biz sahip değiliz ki, siz satın alasınız. Toprağın her parçası bizim için kutsaldır. Parıldayan her çam iğnesi, her kumlu kıyı, karanlık ormanlardaki sis, ağaçsız köşe, vızıldayan böcek, halkımızın düşüncesinde ve yaşayışında kutsaldır. Biz toprağın bir parçasıyız ve o da bizim bir parçamızdır.


Kokulu çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir; geyikler, at, büyük kartal da erkek kardeşlerimiz... Yüksek kayalıklar, yumuşak çayırlar, midillinin ve insanın vücut harareti, hep aynı aileye aittir. Her şey birbirine bağlıdır. Toprağa ne olursa, toprağın doğurduklarına da aynısı olur. Toprak, anamızdır. İnsan toprağa tükürürse, kendi suratına tükürmüş olur…”


Doğa ile iç içe yaşamak, her bir canlıya saygı duyarak ve hepimizin bir olduğunu düşünerek çevremizi korumak. Doğadan gelen enerjinin koşulsuz sevgi ve koşulsuz kabul olduğunu hissedebilmek! Hepimiz ve var olan her şeyin bir enerji olduğunu düşünürsek, doğa ile bir bütün olabilmenin önemini daha iyi anlarız sanırım değil mi sevgili okurlar?